14 Mayıs 2018 Pazartesi

2 - MAKEDONYA( KUZEY MAKEDONYA )

                                                      

                                      MAKEDONYA


Makedonyalı büyük İskender, başında bulunduğu orduyla; Anadolu İran, Hindistan ve Mısır’ı fethederek 13 yılda dünyanın en büyük imparatorluklarından birisini kurmuş. Ancak ölümünden sonra imparatorluk dağılmış ve Makedonya bölgesi, Osmanlı İmparatorluğuna kadar, çeşitli ülkelerin fetihlerine sahne olmuş. Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetinden sonra, Yugoslavya’ya bağlı, Özerk Makedonya Cumhuriyeti sınırları içinde kalan Ülke, 8 Eylül 1991’de bağımsızlığına kavuşmuş.

Yüzölçümü: 25.713 km2, Nüfusu: 2.083.869( 2017 tahmini ), Başkent: Üsküp, Resmi Dili: Makedonca( Tanınan Diller: Arnavutça, Türkçe, Romca, Sırpça ), Para Birimi: Makedonya Dinarı, Etnik Yapı: Makedon= % 64,2( 1.297.981 ), Arnavut= % 25( 509.083 ), Türk= % 4( 77.959 ), Roman= % 2,7( 53.879 ), Sırp= % 1,8( 35.939 ). Önemli Şehirleri: Üsküp, Kumanova, Manastır, Pırlepe, Kalkandelen, Gostivar, Ohri, Köprülü, İştip.


ÜSKÜP

Makedonya Devleti’nin başkenti ve en büyük şehri olan Üsküp, ortasından geçen Vardar Nehri ile ikiye ayrılır. 1392 yılında Osmanlı hâkimiyetine giren şehir, 1912 balkan Savaşı’ndan sonra 1913 Londra Antlaşması ile Sırbistan’a bırakılmış. Bu tarihten sonra, yapılan çeşitli saldırılar sonucunda, şehrin çoğunluğunu oluşturan Türkler de Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmışlar. 1963 yılında büyük bir deprem felaketi yaşayan Üsküp, 1991 yılında bağımsızlığını ilan eden Makedonya Cumhuriyeti’nin başkenti oldu.  

2002 sayımına göre nüfusu 506.926  kişi olan şehrin etnik yapısı şöyle: Makedon % 66,75; Arnavut % 20,49, Roman % 4, 63; Sırp % 2,82; Türk % 1,70; Boşnak % 1,50 
                                                   
                                                                    ***

Akşam 17-18 sıralarında Üsküp’e vardık. Booking.com’dan rezervasyon yaptırdığım, Vardar nehri kıyısında bulunan ve Türk Çarşısı’na yürüyüş mesafesinde olan otelimize yerleştik.
Makedonya gezimize, Üsküp’ten başlamamızın bir sebebi de, teyze ve dayı çocuklarımın halen bu şehirde yaşıyor olmalarıydı. Ben de, Üsküp’ün 40 km kadar kuzeyinde bulunan Kumanova’da doğmuş, üç yaşlarındayken ailemle birlikte Türkiye’ye göç etmişim. 

Doğduğum topraklara, ilk defa 1994 yılında eşim ve iki çocuğumla, yine özel aracımla gelip 15 gün kadar kalmış ve bir daha da ziyaret fırsatım olmamıştı.

Belki de Balkan Yolculuğumun en heyecanlı, coşkulu anlarını yaşıyordum. 23 yıl sonra tekrar teyzemin ve dayımın çocukları ile görüşecek, bu vesile ile akrabalar bir araya gelecek, ortak anılarımızdan, ortak değerlerimizden konuşacak, baldan tatlı sohbetlerimiz olacaktı.

Türkiye’den ayrılmadan önce, teyzemin oğlu ile anlaştığımız gibi, Üsküp Türk Çarşısı’nda Murat Paşa Camii’nin karşısındaki kafeden kendisini aradım. Benden 3-4 yaş küçük olan Sabit, yarım saat kadar sonra geldi. Kafede bir yandan çaylarımızı içtik, diğer yandan da gezimizden konuştuk. Gezi planımdan, ziyaret noktalarımızdan bahsettim. Kosova, Preşova( Sırbistan ) ve Makedonya’yı birlikte gezebileceğimizi söyleyince bundan karşılıklı olarak çok memnun olduk.

Tabii ki, gezimizin dışında akrabalarımı da görecektim. Zaten Sabit, bunu da ayarlamış. Bu akşam benim için diğer kardeşlerini( 2 kız 2 erkek ) ve dayı çocuklarını( 2 erkek ) yemeğe davet ettiğini, sonraki günlerde de her akşam diğer bir kardeşin evinde toplanılacağını, beraberimdeki arkadaşlarımın da davetli olduğunu söyledi. Birlikte geziye çıktığımız iki arkadaşım, teşekkür ederek, çevreyi dolaşmak istediklerini söyleyince, biz Sabit’le ayrıldık.
Teyzemin ve dayımın çocukları ile akşam yemeğinde bir araya geldik. 1994 yılındaki ziyaretimde olduğu gibi aynı sıcaklık, aynı güler yüz, aynı misafirperverlik, aynı coşku ve heyecan vardı. Bu ve bundan sonra bir araya geldiğimiz üç akşam, hayatımın en güzel anıları arasında yerini alacaktı.

KALKANDELEN( TETOVA )



Kalkandelen, Makedonya’nın kuzeybatısında, Şar Dağlarının eteklerinde ve Pena Nehri kıyısında bulunuyor. Üsküp ve Manastır’dan sonra, Ülkenin üçüncü büyük şehri olan Kalkandelen,  14. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğuna katılmasından sonra, bölgenin gelişmiş bir ticaret merkezi haline gelmiş. Tarım açısından olduğu kadar, bir askeri üs olarak da bölgede önemli bir yeri varmış. 1912 yılında, Osmanlı hâkimiyetinden çıkıp, Sırpların egemenliğine giren Kalkandelen, Yugoslavya Devleti yıkıldıktan sonra, 1991’de Makedonya Devleti sınırları içinde yer aldı.


Kalkandelen'in kuşbakışı görünüşü


Kalkandelen ismi ise, şöyle rivayet ediliyor: Osmanlı döneminde Saruhan’dan gelen ve silah yapımında usta olan Türkmenler, kalkanı bile delen okları ile tanınınca, şehir zaman içinde Kalkandelen ismini almış. 2002 sayımına göre 86.680 kişilik nüfusu olan şehrin etnik yapısı şöyle: Arnavutlar= 60.686, Makedonlar= 20.053, Türkler= 1.882, Romanlar= 2.357



Alaca Camii


c
Alaca Camii - Solda, Camiyi yaptıran kız kardeşlerin türbesi var



Paşa Camii olarak da biliniyor. Adını, mimari yapısındaki alacalıktan ve çok renkliliğinden almış. İnce işlemeli iç ve dış süslemeleri ile hayranlık uyandırır.


Alaca Camii kubbeli değil, kiremit çatılı bir cami.



Cami, 1438 yılında inşa edilmiş. Yangında hasar görmesinden sonra, 1833 yılında Recep Paşa’nın oğlu Abdurrahman Paşa tarafından onartılmış. Mimarı İshak Bey’dir. Cami, Hurşide ve Mensure isimli iki kız kardeşin destekleriyle yapılmış. Cami avlusunda bulunan sekiz köşeli türbede, bu iki kız kardeş yatıyor. Camideki kalem işi süslemelerin sırları için 30 binden fazla yumurta kullanılmış.


Kalem işi süslemeler için 30 binden fazla yumurta kullanılmış



Alaca Camii ile diğer Osmanlı Camileri arasındaki en önemli fark, Alaca Camii’nde bir kubbenin olmayışıdır. Yani Cami’de kubbe yerine, klasik ev mimarisinde gördüğümüz kiremitli çatı var. 


Alaca Camii'nin ince işlemeleri hayranlık uyandırıyor



Alaca Camii, genelde Türkiye’de gördüklerimizden çok farklı olduğu için ilgimizi çekti. Süslemeleri ve o rengârenk ince işlemeleri hayranlıkla izledik. Camiyi dolaşırken, Türkiye’den kalabalık bir turun gezisine denk geldik. Gruptan, tanışıp sohbet etme fırsatı bulduğumuz birkaç arkadaştan Alaca Camii’nin, Balkan turlarının önemli noktalarından birisi olduğunu öğrendik.

Harabati Baba Tekkesi( Sersem Ali Baba Tekkesi )


Harabati BabaTekke Binası



Harabati Baba Tekkesinin kurucusu, Kanuni Sultan Süleyman’ın ilk eşi olan Mah-i Devran Sultan’ın kardeşi Server Ali Paşa’dır. Server Ali Paşa, Kanuni’nin veziri iken, görevini bırakıp Hacı Bektaş Dergâhına yerleşmek isteyince, Kanuni “Sen sersem mi oldun, vezirlik bırakılır da orada Dervişlik mi yapılır?” der. Görevini bıraktıktan sonra artık bu lakabıyla anılmaya başlayan Sersem Ali Baba, Dimetoka tekkesinden sonra Kalkandelen’e sürgün edilir ve 1526 yılında bu tekkeyi kurar. Sersem Ali Baba’nın, Harabati Baba Tekkesinde bir makamı var. Bu makam, her ne kadar mezar gibi ziyaret edilse de, mezarı değildir. Halkın, kendisine bir hürmeti olarak tesis edilmiş bir semboldür. Türbesi; Nevşehir-Hacıbektaş, Hacı Bektaş-ı Veli Külliyesinde bulunuyor.  


Tekke binasından bir köşe



Tekke, ismini, Sersem Ali Baba’nın ölümünden sonra yerine geçen Harabati Baba’dan almış. Malatya’dan Kalkandelen’e gelen Harabati Baba, burada uzun süre hizmet etmiş ve 1620’de vefat etmiş. Kabri, burada.


Harabati Baba Tekkesi Misafirhanesi

Tekke Külliyesinde; Mescit, Misafirhane, Türbeler, Kış Evi, Aş evi, Meydan Evi, Şadırvan ve Sebil gibi yapılar bulunuyor. Tekkenin etrafı yüksek bir duvarla çevrili.

                                                                                   

                                                                 ***



Etrafı yüksek duvarlarla çevrili Tekke Külliyesinin ana kapısından, içeriye girdik. Çok geniş bir bahçe ve bahçenin muhtelif bölümlerine dağılmış binalar vardı. İlk dikkatimizi çeken sağ taraftaki iki katlı geniş ahşap konak oldu. Misafirhane olarak yapılan bu Osmanlı-Türk tarzı bina, ziyarete kapalıydı. Önünde birkaç anı fotoğrafı çektikten sonra, külliyenin diğer bölümlerine yöneldik.



Tekkenin Dervişi



Ben, 40-50 metre kadar önde yürürken; tek katlı, uzunca, ahşap duvarında Hazreti Ali’nin resmi bulunan bir binanın önüne geldim. Tam ben içeriye girerken, içeriden çıkan beyaz yelek ve pantolonlu, mavi gömlekli, beyaz başlıklı, beyaz sakallı, uzun boylu ve geniş yapılı bir derviş çıktı. Beni görünce, kendine has Balkan şivesiyle “Hay siz girın, içerıde oturun, ben şimdi lokma yapıp getırecem” dedi.


Derviş Abdulmuttalip Bekiri, 2002'den beri tekkede tek başına hizmet ediyor

Derviş, lokma getirmek için uzaklaşırken, ben kapıdan içeri girdim. Uzunluğu 7-8 metre, eni 4-5 metre olan bu yapıda; duvarlar tamamen, tekke ile ilgili resimlerle doluydu. Kısa kenarda, sağda Dervişin koltuğu ve duvarda Hazreti Ali’nin büyük bir resmi vardı. Derviş gelene kadar içeriyi inceleyip, birkaç poz fotoğraf çektim. Bu arada, arkadaşlarım da gelmişti. Derviş çok iyi olmasa bile anlaşılır bir Türkçe ile hikmetli sözlerle konuşmaya başladı. Derviş Abdulmuttalip Bekiri, Arnavut asıllıymış ve 2002’den beri bu tekkede tek başına hizmet etmekteymiş. Kendisini ilgiyle dinledik. Bu arada, boynundan göğsüne doğru kolye gibi sarkan taşın “Teslim Taşı” olduğunu ve 12 köşesinin, 12 imamı temsil ettiğini öğrendik. Teslim Taşı, Dervişin nefsini terbiye ettiğini gösterirmiş.


Doğrusu, misafirperverliği ve ağırlaması, birlikte fotoğraf çekilmesinde gönüllü olması, bizi memnun etti. Derviş Abdulmuttalip Bekiri’ye ilgisi için teşekkür edip, Üsküp’teki Matka Kanyonunu görmek üzere, Kalkandelen’den ayrıldık.

ÜSKÜP

Matka Kanyonu

Üsküp’e 15 km. mesafedeki kanyon, Matka Gölü’nde bulunuyor. Matka Gölü, 1937 yılında yapılan baraj sonucu oluşmuş.

Matka Kanyonu ve Gölü'nde tekne turları da yapılıyor

Kanyon’da, uzunlukları 20 metre ile 176 metre arasında değişen 10 mağara var. Bunlardan en ünlüsü, Vrelo Mağarası. Mağaranın içinde pek çok sarkıt ve genişlikleri 8-35 metre olan iki küçük göl bulunuyor. Kanyon, sahip olduğu endemik kelebek türleri ile de biliniyor.

Kanyon alanında; Aziz Andrew, Matka ve Aziz Nikola gibi manastırlar da mevcut. Merkezdeki Aziz Andrew Manastırı, 1389 yılında yapılmış ve İsa’nın on iki havarisinden biri olan Aziz Andrew’e ithaf edilmiş.  

Matka Kanyonu, bir baraj gölü olan Matka Gölü'nde bulunuyor

Kanyon alanına girişte, bir süre, Kanyon boyunca devam eden ve bel yüksekliğindeki bir duvarla korunan, taş patika yoldan yürüdük. 10-15 dakikalık bir yürüyüşten sonra, Kanyona hâkim olan yeşil bitki örtüsü ve ağaçlık içinde; lokantaların, kafelerin ve tarihi bir manastırın( Aziz Andrew Manastırı ) bulunduğu merkeze geldik. Tarih, doğa ve Matka Gölü’nün zümrüt suları, insanı hemen etkisi altına alıyordu. Havanın kapalı ve serin olması hiç de canımızı sıkmadı, yazın sıcak günlerinde bu kanyonun ne kadar serin, rahatlatıcı ve huzur verici olabileceğini konuşup,hayal edip, mutlu olduk.

Lokantaların bulunduğu bu bölümden, tekne turları da yapılıyor. Bir saat kadar süren tur programı içerisinde, Vrelo Mağarası ziyareti de varmış. Zamanımız kısıtlı olduğu için, biz Kanyon boyunca yürümeyi tercih ettik.  

Merkezden başlayan Kanyon/Baraj Gölü yürüyüş yolu 6 km. imiş. Biz 1-2 km kadar yürüdük. Yürüyüş yolu, demir parmaklıklarla korunaklı olduğu için, dar ve toprak yol, bir sorun teşkil etmiyordu. Ama belli bir mesafeden sonra, yolun dar ve korunaksız olduğunu öğrendik. Hava kapalı olduğu için fotoğraf açısından pek uygun değildi. Buna rağmen dönüş yolunda, güzel manzaralar çekme şansımız oldu.

Kosmos Köftecisi

Kanyon dönüşü, yemeğimizi Kosmos Köftecisi’nde yedik. Bildiğimiz mütevazı bir esnaf lokantasıydı burası. Garsonlar Türkçe biliyorlardı. Önce güveçte kuru fasulye. Yanında, üzerine rendelenmiş bol beyaz peyniri ile çoban salatası. Turşu biber, közlenmiş biber… Arkasından ızgara köfte geldi. Porsiyon büyüktü( 10 adet ). Yediklerimizin hepsi ayrı ayrı çok lezzetliydi. Ama güveçte kuru fasulye ve peynirli salatanın tadı damağımda kaldı. Bir daha aynı lezzeti başka bir yerde bulabileceğimi sanmıyorum. Fiyatlar da çok uygundu. Anlattıklarına göre, lokantanın ismi daha önce Kosova’ymış. Ancak,  1998-1999 Kosova Savaşı’ndan sonra, adını Kosmos olarak değiştirmek zorunda kalmışlar.

Paşa Yiğit Bey Türbesi

Üsküp Fatihi Paşa Yiğit Bey'in Türbesi

Saruhanlı bir Türkmen Beyinin oğlu olan Paşa Yiğit Bey, Osmanlı Devleti hizmetine girdikten sonra 1389 yılında I. Kosova Meydan Muharebesine katılmış. 13 Ocak 1392’de yoldaşı Meddah Baba’yla birlikte Üsküp’ü fethetmiş ve artık “Üsküp Fatihi” olarak anılmaya başlanmış. Ardından, Üsküp’e Sancak Beyi olmuş. Paşa Yiğit Bey’in, 1414 yılına kadar yirmi iki yıl yönettiği Üsküp, zamanla Osmanlı fetihleri için bir üs haline gelmiş. Vefatının ardından, 1439 yılına kadar oğlu İshak Bey, sonra da torunu İsa Bey, Üsküp’ü yönetmişler.

Türbenin tarihçesi

Paşa Yiğit Bey, ölümünü takiben, kendisinin yaptırdığı ve kendisiyle aynı ismi taşıyan camiye gömülmüş. Cami, II. Dünya savaşı sırasında, 1943 yılındaki bombardımanda yıkılmış. Caminin avlusundaki kabristanda bulunan üç mezar, zamanımıza kadar gelmiş. Mezarlardan birinde Paşa Yiğit Bey, diğerinde ise Meddah Baba yatıyor. Üçüncü mezarın kime ait olduğu bilinmiyor.
Paşa Yiğit Bey Türbesi, Üsküp Türk Çarşısı’nda bulunan ve 2016 yılında hizmete giren Paşa Yiğit Bey Külliyesi’nde yer alıyor. Türbe ve Külliye; başta, kendisi de Paşa Yiğit Bey’in torunlarından olan Üsküplü işadamı Şarık Tara, Bursa Belediyesi ve işadamları ile Makedonya Kültür Bakanlığı’nın katkılarıyla meydana getirilmiş.                                                                       

Üsküp Türk Çarşısı

Üsküp Türk Çarşısı'ndan

Paşa Yiğit Bey Türbesi’ni ziyaret ettikten sonra, Türk Çarşısı’nı dolaşıyoruz. Üsküp Türk Çarşısı; geleneksel, mütevazı, tek katlı mimari yapısı, dükkanlarında Türkçe’nin konuşulduğu esnafı, hediyelik eşya satan dükkanları, lokantaları, kafeleri, çarşının hemen her yerinde adım başında görebileceğimiz camileri, hanları, hamamları ile; tarih kokan, Osmanlı-Türk tarihinin nefes aldığı, yaşadığı canlı ve sıcak bir yer.

Üsküp Türk Çarşısı'ndan( Arkada Murat Paşa Camii )

Türk Çarşısı civarında benim görebildiğim Osmanlı dönemi tarihi eserleri şunlardı:  Sulu han, Kurşunlu Han, Kapan Han, Murat Paşa Camii, Davut Paşa Hamamı( Çifte Hamam ), Mustafa Paşa Camii ve Paşa Yiğit Bey Külliyesi.

Murat Paşa Camii, Türk çarşısının merkezinde bulunuyor. Avlusundaki şadırvanı ile dikkat çekiyor. Cami girişindeki kitabede, 1802 -1803 yıllarında yapıldığı yazılı.

Mustafa Paşa Camii, Kale ile Türk Çarşısı arasında yer alıyor. 1492 yılında Yavuz Sultan Selim’in veziri olan Mustafa Paşa tarafından inşa edilmiş. TİKA( Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı ) tarafından 2006 yılında başlatılan yenileme çalışmaları, 2011 yılında bitirilmiş.

Davut Paşa Hamamı, 1489 – 1497 yıllarında, II. Beyazıt döneminde sadrazamlık yapmış olan Davut Paşa tarafından inşa ettirilmiş. Günümüzde, sanat galerisi olarak hizmet veriyor.

Sulu Han, İshak Bey tarafından 15. yüzyılda inşa edilmiş. Hâlihazırda, Üsküp Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ne ev sahipliği yapıyor.

Kurşunlu Han, III. Selim döneminde, Molla Muslihiddin Hoca tarafından 1550 yılında yaptırılmış. Çatısının kurşunlu olması nedeniyle, Kurşunlu han olarak adlandırılmış. Fakat I. Dünya savaşı sırasında bu kurşunlar sökülmüş.  

Bir süre hapishaneye dönüştürülen Kurşunlu Han, 1904 -1912 yılları arasında tekrar han olarak kullanıldı. Günümüzde, kültürel etkinliklerin düzenlendiği bir mekân olarak öne çıkıyor.  
                                                                           
                                                                       ***

Eski Türk Çarşısında bir süre dolaştıktan sonra, Türkiye’den birlikte geziye başladığımız iki arkadaşımızdan birisi, Hayrullah arkadaşımız, mazereti nedeniyle dönmek zorunda kaldığından, kendisini Türkiye’ye yolcu ettik.

Ben akşam yemeğini daha önce plânlandığı gibi dayımın oğlu ve diğer akrabalarımın bulunduğu bir davette yiyecek ve sonra otelime döneceğim. Ertesi günkü rotamız müthiş olacak!


ÜSKÜP İSA BEY CAMİSİ-KUMANOVA (D’LGA VE KLECHOVCE/ÇAVUŞKÖY )-PREŞOVA( Sırbistan )

Bugünkü programımız hayli yoğun, bir o kadar da anlamlı ve heyecan verici olacak. Nasıl olmasın ki? Annemin doğduğu, Kumanova’daki D’lıga Köyü’nü ilk defa ziyaret etmiş olacağım. Köyde 1992 yılından beri kimse yaşamıyor. Oradan, baba tarafımın köyü olan Klechovce( Çavuşköy )’ye, ardından babaannemin doğduğu ve halamın gelin gittiği kasaba olan ve bugün Sırbistan sınırları içinde kalan Preşova’ya gideceğiz.

Bize rehberlik edecek olan teyzemin ortanca oğlu Sami, sabahleyin bizi otelden aldı. Sami ile yürüyerek Türk Çarşısı’na gittik. Burada bir esnaf lokantasında bir çorba içtik. Çorba çok lezzetli, porsiyon büyük ve içinde et parçaları vardı. “Dana Çorbası” olduğunu söyledi.

İsa Bey Camii

Fırsat buldukça, her gün Üsküp’ün bir köşesini geziyor ve öğreniyorduk. Sabah kahvaltısından sonra yine yürüyüş mesafesinde bulunan, İsa Bey Camii’ne gittik.

İsa Bey Camii


İsa Bey Camii, 1475 yılında, Üsküp fatihi Paşa Yiğit Bey’in torunu İsa Bey tarafından inşa ettirilmiş. İsa Bey, ayrıca Saraybosna ve Yeni Pazar gibi şehirlerin kurucusuymuş. Cami, bir dönem Nakşibendi dervişlerine ev sahipliği yapmış.

İsa Bey Camii'nin avlusunda1475 yılında dikilen  Anıt Çınar Ağacı 

Cami'nin haziresinde Şair Yahya Kemal Beyatlı'nın annesinin kabri

Caminin avlusuna girer girmez bizi anıt bir çınar ağacı karşılıyor. Bu heybetli ağaç, Üsküp’ün en eski ağacı imiş. Caminin inşası sırasında(1475 ) dikildiği tahmin ediliyor. Avluda güzel bir şadırvan vardı. Caminin girişindeki, mermerden yapılmış “son cemaat yeri” de dikkat çekici güzellikteydi. Ardından, Cami’nin haziresine geçtik. Buradaki mezar yerinde, büyük Şairimiz Yahya Kemal Beyatlı’nın annesinin kabri başında dua edip, Cami’den ayrıldık.

                                                                   ***

Artık, bugünkü programımızı uygulamak üzere, Üsküp’ten yola çıkacağız. Teyzemin oğlu Sami,  D’lıga yolu çok kötü olduğu için arabamı bırakıp, araziye uygun olan kendi arabasıyla gitmemiz gerektiğini söyledi. Ekibimize, teyzemin büyük oğlu Sabri de katıldı. Gezimizin Kumanova kısmından sonrasını, benim aracımla ve teyzemin diğer oğlu Sabit’le tamamlayacağız. 

Güreler Köyü

Güreler Köyü( Orta Güreler )

Üsküp’ten Kumanova’ya geldik. Öylesine hedefe kilitlenmişiz ki, Kumanova’yı dolaşmayı dahi unutmuşuz. Yönümüzü,  yolumuz üzerinde bulunan ve D’lga’dan önceki hedefimiz olan, Güreler’e çevirdik. Güreler’i, akraba çevresi veya Balkan göçmeni yakınlarımdan hep duyardım. Türkiye’de, Güreler’li bir hayli göçmen vardı.


Orta Güreler'den Çinya Deresi

Teyzemin oğulları, bir yandan da anılarını tazeliyorlar ve bana bilgi veriyorlardı. Bir köprüye yaklaşırken köprüyü ve dereyi işaret ederek “İşte Çinya deresi!” dediler. Yugoslavya’dan üç yaşında iken göç eden ve haliyle bir şey hatırlamayan benim gibi birisi için; Çinya Deresi de, çok şeyler ifade ediyordu. Ailemden, akrabalarımdan büyüklerimden dinlediğim hikâyelerin, anıların en güzelleri Çinya’ya ait olanlardı. Vardar Nehri’nin bir kolu olan Çinya, Güreler’in olduğu gibi, çevresindeki diğer köylerin de göz bebeğiydi demek…


Güreler'den çocuklar
Güreler Camii( Orta Güreler )

Güreler Köyü’nün, Makedoncadaki ismi Dolno Konjari( Aşağı Güreler ), Sredno Konjari( Orta Güreler ), Gorno Konjari( Yukarı Güreler ) olarak geçiyor. Orta Güreler’de arabamızla ilerlerken, bir yandan da fotoğraf çekiyordum. Camiyi görünce, durup ziyaret edelim dedik. Avludan, Caminin fotoğrafını çekmek istedim, ama sonuç pekiyi olmadı, Cami, kareye/kadraja adeta sıkışmıştı. Bir kez daha fark ettim ki, böyle durumlarda iyi sonuç alabilmek için, daha geniş açılı bir makinayla veya cep telefonuyla çekmek gerekiyormuş. 


D’lga Köyü

Uzaktan D'lga Camii

Güreler’den bir süre sonra yol çok kötüleşti. Zamanında zaten bozuk olan D’lga yolu, yıllardır kullanılmadığı için daha da bozulmuştu. Nihayet, uzaktan, yeşil yamaçların önünde, D’lga Camii'nin minaresi göründü. Camiyi çevreleyen ihata duvarının kenarında arabamızı park ettik.

İşte o an gelmiş çatmıştı. Annemin doğduğu, çocukluğunu yaşadığı, evlendikten sonra baba evi olarak hasretle gidip-geldiği o evi görecektim.


D'lga Köyü - Çeşme başı


Güzel, güneşli bir Mayıs günüydü. Köy; yeşil otlarla, yer yer ağaçlarla kaplı, hafif eğimli bir yamaca kurulmuştu. Kuşlar cıvıl cıvıl ötüyor, adeta baharın keyfini çıkarıyorlardı. Yamacın karşısındaki manzara da nefes kesiciydi: Hafif eğimli ve yüksek olmayan tepeler üzerinde yemyeşil, geniş bir ormanlık alan, göz alabildiğince uzanıp gidiyordu. Yamacın ortasından ve uzunlamasına devam eden toprak yolun ilerisinde ve solunda, hâlâ ayakta kalabilmiş 3-5 ev vardı. Yolun sağında ise, geçen yıllara yenik düşmüş evlerin enkazı; belirli aralıklarla öbek öbek taş yığınları halinde görülüyordu.

Annemin Doğduğu Ev

Annemin doğduğu evin önünde teyzemin oğullarıyla birlikte
Biraz yürüdükten sonra, yolun solunda, ağaçların arasında bulunan iki katlı evimize geldik. 1992 yılından beri kimsenin yaşamadığı ve kaderine terk edildiği köyde, evin dıştan görünüşü tüm bu olumsuzluğa rağmen o kadar da kötü değildi. Giriş katında; mutfak, kiler vb. gibi bölümler vardı. Ahırın kapısı arka taraftaydı. Yüksek giriş diyebileceğimiz ve dışarıdan 4-5 basamakla çıkılan 1. Kat; kare şeklindeki evin, yine kare şeklinde dört eşit bölüme ayrılmasıyla oluşmuştu. Merdiveni çıktığımızda, bele kadar ahşap korkulukla çevrili, ferah ve karşıdaki orman manzarasına hâkim sundurmaya geldik. Sundurma aynı zamanda sofa işlevini görüyordu. Sundurmanın bir köşesinden açılan üç ayrı kapıyla, üç ayrı odaya giriliyordu. Bu üç odadan, orman manzaralı oda, misafir odasıymış. Misafire olan saygı ve itibarı göstermesi açısından bu kararı takdire değer buldum. Aile tarihimiz açısından çok değerli olan bu anları, teyzemin oğulları ile konuşarak kayda almayı da ihmal etmiyordum.





Annemin baba evi olan ve 1992 yılına kadar dayımların yaşadığı bu evden sonra, diğer bir teyzemin evini dolaştık. İki katlı ve daha büyük olan bu evin içerisine girince şaşırdım. Evin zemin katı köstebek yuvası gibi delik deşikti. Sabri ve Sami’nin dediklerine göre, köy terk edildikten sonra defineciler, bir şeyler bulma ümidiyle, evin her tarafını kazmışlardı. Kazılan toprağı da dışarı atmayıp, kazılan yerin hemen yanına yığmışlardı. 

D’lga Camii

D'lga Camii 2015 yılında yenilenmiş


Evleri dolaştıktan sonra, D’lga Camii’ne geldik. Sami'nin, daha önceden cami görevlisinden aldığı anahtarla, camiyi çevreleyen duvarın kapısını açtı. Cami’nin, çimlerle kaplı güzel bir bahçesi ve bahçenin bir köşesinde dekoratif tuğla ile örülmüş, kiremit çatılı kuyusu vardı. Camiye girip, içini dolaştık. Sami ve Sabri’nin anlattığına göre 2015 yılında Türkiye’nin yardımıyla, Cami, esaslı bir tadilattan geçmiş, boya-badanası yapılmış, duvarla çevrilmiş. Kumanova’dan belirli zamanlarda gelen müezzin hem Cami'nin bakımını yapıyor, hem de ezan okuyormuş.https://www.youtube.com/watch?v=dlENLq__tpE

D'lga Camii ve sağında ilkokul binası


Cami avlusundaki kuyu



Cami’nin hemen yanında iki küçük binadan ibaret olan ilkokul hâlâ duruyordu. Burada çimlere oturup, Sami’nin beraberinde getirdiği ayran-simitle ve arkasından çilekle öğlen yemeğimizi yemiş olduk.

Tepedeki Haç

Tepede dev haç: Dini semboller üzerinden mücadele sürüp gidiyor...

Kumanova’ya dönerken, yüksekçe bir tepenin zirvesinde, devasa haç heykelini görünce merak edip, sordum. 1999 Kosova Savaşı’ndan, yani barış sağlandıktan sonra, Sırp-Arnavut mücadelesi artık dini semboller üzerinden yapılmaya başlanmış. Hristiyanlar, hâkim tepelere böyle büyük haçlarını dikmişler; Müslümanlar da, camilerinin minarelerini daha yüksek yapar olmuşlar.  

Çavuşköy( Klechovce )

Kumanova üzerinden bu defa, benim doğduğum köy olan Çavuşköy( Klechovce )’e gidiyoruz. Klechovce( Çavuşköy ), Kumanova’ya 22 km mesafede bulunuyor. 2002 sayımına göre 199 hanede 573 kişi oturuyormuş. Köyde yaşayanların tamamına yakını Makedon, az sayıda da Sırp kökenli var. Köyün hemen yakınından, Çinya Nehrinin en büyük kolu olan Kriva Nehri geçiyor.

Doğduğum Ev

Doğduğum evin yeni hali
Doğduğum ev: eski ve yeni hali( 1994 ve 2017 )



Çavuşköy’e, daha önce 1994 yılında eşim ve iki çocuğumla gelmiş;  doğduğum evin önünde, bu evde oturan aile ile birlikte bir fotoğraf çektirmiştik. Teyzemin oğullarıyla, evi tekrar aramaya koyuluyoruz. Daha önceki gelişimizde, teyzemin oğlu Sabit’le aramış ve sonunda bulmuştuk. Ama şimdi bir türlü bulamıyorduk. Makedonca bilen teyzemin oğulları yardımıyla biraz daha soruşturuyor ve son defa, tarif edilen yere gidiyoruz. Tarif edilen yerdeki eve dikkatlice bakınca, niye bulamadığımızı anlamıştık: Evin yeni sahipleri, evin cephesini o kadar değiştirmişlerdi ki, ev tanınmaz hale gelmişti… İki katlı evin tüm cephesinden 2-3 metrelik beton çıkmalarla, derme-çatma bir sundurma oluşturulmuş, evin geleneksel köy tarzı gitmişti. Açıkçası, evin bu yeni halini görünce üzüldüm. Evin yeni sahipleri de, eski sahiplerinin aksine soğuk durunca, burada fazla kalmayıp, köyün diğer diğer bir bölümüne gittik. 



Göç Hikayesine Tanıklık Eden Kuyu

Rahmetli Babam, bu kuyunun başında önemli bir olay yaşamış

Teyzemin oğullarıyla beraber, bu defa ailemizde ilginç bir hikâyesi olan kuyuyu aramaya başlıyoruz. Kuyuyu bulmak, ev kadar zor olmadı. Hep beraber başında bir anı fotoğrafı çektirdik. 

Aile tarihimizde önemli bir yeri bulunan göç hikayesi ise şöyle olmuş: Çavuşköy; babam ve akrabalarının, 1954 yılında Türkiye’ye göç etmesinden önce, Türklerle Makedonların birlikte yaşadığı bir köymüş. Hemen kenarından Kriva Nehri geçtiği için, köyün toprakları tarım açısından çok değerli arazilermiş.  Babamların nehir kenarında o kadar büyük arazileri varmış ki, hâlâ aile ve akraba çevrelerinde konuşulur. Meyve bahçelerimiz de, o günleri yaşayanlar tarafından anlatıla anlatıla bitirilemez…

Her şey çok iyi giderken hava değişir ve Türklere baskı dönemi başlar. Amaç, baskılarla Türkleri kaçırmak… Bu baskılar Türkiye’de yankısını bulur ve “serbest göçmen” uygulaması başlar. Yani malını-mülkünü satıp Türkiye’ye göç etmek isteyenlere yeşil ışık yakılır. Babamlar, Türkiye’ye göç etmeye kararlıdırlar, ancak satmak istedikleri arazileri bir türlü istedikleri fiyata satamamaktadırlar.

( Yok pahasına elden çıkarmaya zorlama, dönem rejiminin bir politikasıdır. Bu suretle hem Türkler’den kurtulmuş olacaklar, hem de arazilerini yok pahasına ellerinden almış olacaklardır. Hatta bu politikayı ifade etmek için, dönemin Yugoslavya Devlet Başkanı Tito’nun bir konuşması rivayet edilir: Tito, Türklerin göç ettirilmesi politikası ile ilgili bir toplantı yapar. Kürsüye çıkar, “Arkadaşlar, biz Türkleri buradan göndereceğiz” der, ardından da ayaklarından baş aşağı tuttuğu normal bir tavuğu havaya kaldırarak “ ama böyle mi?”, diye sorar ve sonra da onu bırakıp, kesilmiş, tüyleri yolunmuş bir tavuğu yine ayaklarından tutup havaya kaldırarak “yoksa böyle mi?”  diye sözünü tamamlar. )   

Bir süre sonra babama bir haber gelir. Arazilere bir talipli çıkmıştır. Babam yanına birisini alır ve arazileri satın alacak olan adamla buluşur. Adam, araziler için teklif ettiği parayı babama uzatır. Babam, uzatılan parayı alır, sayar. Bakar ki, teklif edilen para çok düşüktür.  Sinirlenir ve hırsla paraları yere atar ve üzerini ayaklarıyla çiğner. İşte, arazilerimizin yok pahasına kaybedildiğini gösteren bu olay,  bu kuyunun başında olmuştur. Sonrasında ise, bu zor şartlarda 1954 yılında Türkiye’ye göç gerçekleşir…

PREŞOVA( SIRBİSTAN )

Kumanova’da, Sami ve Sabri bizden ayrılıp, Üsküp’e döndüler. Biz de, benim arabayla Sabit ile beraber Preşova’ya hareket ettik. 


Preşova; Sırbistan’ın güneyinde, Makedonya sınırına 10 km ve Kumanova’ya 26 km. mesafede bulunuyor. 2011 yılı sayımına göre nüfusu 79.940 olan Preşova,  Sırbistan’da Arnavutların en yoğun olduğu bir şehir.

Preşova'dan bir köşe

Preşova, Balkan gezimin önemli duraklarından birisi. İlhame Babaannem ve sülalesi Preşovalı. Babaannem, daha sonra dedem Mustafa Aga ile evlenerek Kumanova-Çavuşköy’e gelin olmuş. Saadet Halam da, Preşova’ya gelin gitmiş.


Arka planda, ortada belediye binası 

Balkan gezisi listeme Preşova’yı alınca, bunu, Preşovalı olan kapı komşumla paylaşmıştım. Bu vesileyle, İstanbul’dan yola çıkmadan birkaç gün önce Rıfkı Abiyi ziyaret edip, Preşova gezim açısından kendisinden yararlı bilgiler almış ve bunları not etmiştim. Preşova İbrahim Paşa Camii İmamı, El-Ezher mezunu Dr. Adnan Ahmedi, Rıfkı Abinin tanıdıklarıymış. “Ziyaret edersen selâmımı söyle” demişti. Ayrıca, Adnan Ahmedi’nin amcası Hafız Avni’nin de, babamları tanıdığını belirtmişti. Benim kulaktan duyduğum, Babaannemin sülalesinin bağlı olduğu “tekke” ise, Cami’nin yanındaymış   

İbrahim Paşa Camii


İbrahim Paşa Camii güzel bir meydana bakıyor

Kumanova’dan Preşova’ya( Sırbistan ) geçtik. İbrahim Paşa Camii’ni bulduk. Cami, güzel bir meydana bakıyordu. Meydanın diğer tarafında, Preşova Belediye binası yer alıyordu. Cami,  İşkodralı İbrahim Paşa tarafından 1674 yılında inşa ettirilmiş. 2011’den beri Cami’nin imamlığını yapan Adnan Ahmedi’nin, babası ve dedesi de aynı Cami’de imamlık yapmışlar. Cami önündeki iki gence Adnan Ahmedi Hocayı sorduk. Gençler, beni telefonla görüştürdüler. Adnan Ahmedi Hoca, Türkçeyi pek iyi bilmediğini ve geleceğini, söyledi.

Şeyh Maksut Türbesi( Halveti Tekkesi )


Şeyh Maksut Türbesi yakın zamanda onarım görmüş


Ortadaki siyah örtülü sanduka Şeyh Maksut'a ait

Vakit namazından gelecek olan Adnan Ahmedi Hocayı beklerken, Caminin hemen yanında bulunan Tekke’yi gezdik. Tekke, hâlihazırda Şeyh Maksut Türbesi olarak biliniyordu. Türbe yakın zamanlarda yenilenmiş olmasına rağmen tarihi havasından bir şey kaybetmemiş, beyaz badanalı, kubbeli ve kiremitli bir yapı idi. İçeride beş-altı sanduka vardı. Ortada, diğerlerine nazaran daha büyük olan, siyah örtülü sanduka Şeyh Maksuti’ye aitti. Diğerleri ise, elimdeki şecereye( soyağacı ) göre kendisinden sonra gelen Şeyh Ömeri, Şeyh Salimi ve Şeyh Akifi’ye aittiler. Sandukaların baş tarafında bulunan, ağaçtan oyulmuş, kavuklu başlıklardaki yazılarda, burada yatanların Halveti şeyhleri oldukları belirtilmişti.

Yemekte İlginç Tanışma

Tekke ve Türbe’den sonra, bir yerde yemek yedik.   Üç porsiyon köfte ve ortaya salata için toplam 10 Euro ödedik. Fiyat bize ucuz gelmişti. Şaşırdık. Mümkün değil, daha fazla olmalı, dedik. Kendi aramızda konuştuklarımıza kulak misafiri olan, komşu masadan 25-30 yaşlarında bir genç, yarım yamalak bir Türkçe ile hesap tutarının 10 Euro olduğunu, yanlışlık bulunmadığını, söyleyince sohbeti ilerlettik. Babası, Preşova’nın tarihi ve geçmişi konusunda epeyi bilgiliymiş. Hatta Preşova’nın tarihi konusunda hazırlanan bir kitapta bilgisine başvurulmuş. Bunu söyleyince, ben de akrabalarımdan bir büyüğün verdiği ve yanımda getirdiğim şecereyi( soy ağacı ) çıkardım. Gencin çok hoşuna gitti, sevindi. Fotokopisini isteyince, kabul ettim( Şecereyi, daha sonra İbrahim Paşa Camisi’nde görüştüğümüz Hafız Avni Abiye de göstermiştim. Şecere aslında Preşovalı başka birisi tarafından çıkarılmış. Benim akrabam, bu kimseden almış. Şecerede, Efendiler, Ağalar ve Şeyhler sülaleleri varmış. Hafız Avni Abi, Efendilerden geliyormuş. Akrabam ise o şecereyi, sadece Şeyhler sülalesi için düzenleyip, devam ettirmiş. ). Böylesine ilginç bir olay ve sohbet sonrası lokantadan ayrıldık

Cami Avlusunda Sohbet


İbrahim Paşa Camii Avlusunda sohbet

Yemekten sonra, Adnan Ahmedi Hocayı göreceğimiz, İbrahim Paşa Camii’ne döndük. Namaz bitmek üzereydi. Caminin küçük avlusunda, sıraya dizilmiş 4-5 kişi vardı. Teyzemin oğlu Sabit ve ben de yanlarında durduk. Hoca camiden çıkınca, bekleyenlerle ve bizlerle tek tek el sıkıştı. Ayakta bir sohbet halkası oluştu. Hoca, ( benim elimde fotoğraf makinası vardı ) beni tanıdı. Ama Türkçesinin çok zayıf olduğunu söyleyince, ben de tane tane durumu anlattım. İstanbul’daki tanıdıkları olan Rıfkı Abi’den bahsettim. Selâmlarını ilettim.

Rahmetli Babama Dair Bir Hikâye

Adnan Ahmedi Hocanın yanındaki, seksenli yaşlarındaki zat,  sonradan öğrendiğime göre, amcası Hafız Avni idi. Hafız Avni Abinin Üsküp şivesiyle konuşması tane tane ve çok iyiydi. Hoş bir konuşma tarzı vardı. Konuşurken tebessüm ediyor gibiydi. Kendisi de hafız olan Sabit’le, arada bir Arnavutça konuşuyordu. Sabit’e, benim ( babama çok benzediğim için )  Demço’nun-Demirali- oğlu olabileceğimi söylemiş. Sadece bunu duymak bile, beni müthiş mutlu etti, bu geziyi benim için çok değerli yaptı.     Hafız Avni Abi, babamla ilgili bir anısını da anlattı: Saadet Halam, Hafız Avni’nin annesi ile arkadaşmış. Halam, o sırada, ( II. Dünya Savaşı yıllarında ) Almanya’da esir olan babamın dönüşünü kim müjdelerse ona bir bohçalık hediye edeceğini etrafta söylemiş. Hafız Avni’nin de bu hediye işinden bir haberi yokmuş. Ama tesadüfen babamın esirlikten kurtulup döndüğünü görünce/haber alınca, hemen Saadet Halama koşmuş haber vermiş. Halam bundan çok mutlu olmuş. Hafız Avni de, Halamın kendisine bohçalık hediye etmesine hem sevinmiş, hem de şaşırmış. 

Cami önündeki sohbet halkası dağılmadan önce toplu bir fotoğraf çektirdik. Ardından, Adnan Ahmedi Hocanın daveti üzerine, meydana bakan bir kafeye oturduk. Güzel bir sohbet eşliğinde çaylarımızı içtikten sonra, kendisine, teşekkür edip ayrıldık. Preşova için plânladığım ziyaretler gerçekleştiği için burada fazla oyalanmadan hemen Üsküp’e dönüyoruz.

TEKRAR ÜSKÜP

Üsküp’te bu akşam son günümüz. Kaleyi, Taşköprü’yü ve Makedonya meydanını gezip, ertesi günü ayrılacağız.

Üsküp Kalesi


Üsküp Kalesi

Üsküp Kalesi'nden

Önce Üsküp Kalesi’ne çıkıyoruz. Kale, M.S. 6. Yüzyılda yapılmış. 1963 yılındaki Üsküp depreminden hayli hasar görmüş. Bazı kısımlarında onarım halen devam ediyor. Kalenin bir bölümünden, Makedonya Meydanı’nın panoramik fotoğraflarını çektim. Surları takip ederek, ovaya doğru alabildiğine uzanan Üsküp’ü, daha geniş bir planda görebildiğim bir noktaya geldim. Buradan ovaya ve ufuklara bakarken, büyük şairimiz Yahya Kemal Beyatlı’nın mısraları aklıma geldi: “Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını/Duydum, akıncı cedlerimin ihtirâsını.” Bu büyük şairimizin, büyük bir ustalıkla iki mısraya sığdırdığı, Balkanlardaki altı yüz yıllık tarihimiz, bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Bu vesileyle, büyük Şairimiz Yahya Kemal Beyatlı’yı yâd edip, kaleden ayrıldık. 

Taşköprü: “Üsküp 2014” Projesinin Mağduru


Taşköprü

Üsküp’ü simgeleyen tarihi Taşköprü’yü ziyaret ediyoruz. Taşköprü, Vardar nehri üzerinde ve şehrin merkezinde bulunuyor. 1451 -1469 yılları arasında Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmış.12 kemeri bulunan köprünün kemer açıklıkları, merkeze doğru genişliyor ve yükseliyor.

Taşköprü’nün, Türk Çarşısı tarafında “Karpos’s Devrim Meydanı”, diğer tarafında ise “Makedonya Meydanı” bulunuyor. Bu meydanları daha uzaktan görür görmez, bir heykeller, anıtlar, köprüler ormanına girmiş gibi oluyor insan. Biraz araştırınca, bu yapılanmanın “ÜSKÜP 2014” projesinin bir sonucu olduğunu öğrendim. Makedonya Hükümetinin, 2010 yılında başlattığı bu projenin ruhunda; Makedon kimliğinin, mimari yapılarla etkin ve baskın kılınması gibi bir amacın bulunduğu, hemen seziliyor. Proje kapsamında yirmi binanın inşa edilmesi ve kırktan fazla anıtın dikilmesi amaçlanmış. 


Devasa yapılarla silikleştirilmiş Taşköprü

Taşköprü’nün birbirine bağladığı iki meydandaki bu devasa yapı ve heykeller, haliyle Taşköprü’nün görünürlüğünü azaltmış, Taşköprü’yü silikleştirmiş. Tarihten gelen kültüre bunlar yapılırken, Makedon kimliği ve tarihi adına yapılanlar da pek başarılı olamamış. Çünkü sınırlı bir alana o kadar çok ve büyük; heykel, anıt, köprü yapmışlar ki, bunları seyredenlerde, bu bir sıkıntı yaratıyor. Sanki her şey üst üsteymiş, zorla sıkıştırılmış gibi geliyor bir süre sonra.

“Üsküp 2014” Anıt ve Yapıları


Savaşçı Heykeli ve Çeşmesi
( Kral II. Filip )

Taşköprü’nün birbirine bağladığı iki meydandaki bu devasa yapı ve heykeller, haliyle Taşköprü’nün görünürlüğünü azaltmış, Taşköprü’yü silikleştirmiş. Tarihten gelen kültüre bunlar yapılırken, Makedon kimliği ve tarihi adına yapılanlar da pek başarılı olamamış. Çünkü sınırlı bir alana o kadar çok ve büyük; heykel, anıt, köprü yapmışlar ki, bunları seyredenlerde, bu bir sıkıntı yaratıyor. Sanki her şey üst üsteymiş, zorla sıkıştırılmış gibi geliyor bir süre sonra.



“Üsküp 2014” Anıt ve Yapıları

Atlı savaşçı( Büyük İskender )


Atlı Savaşçı( Büyük İskender )

Atlı Savaşçı: Makedonya Meydanı’nda bulunan bronz heykel, Büyük İskender’i canlandırıyor. Eylül-2011’de tamamlanan heykel, 14,5 metre yüksekliğinde.

Makedonya Zafer Takı( Kapısı ): 6 Ocak 2012’de açılışı yapılmış. Makedonya’nın verdiği bağımsızlık mücadelesini simgeliyor. Makedonya Meydanı yakınında yer alıyor. 21 metre yüksekliğindeki yapının çatısında bir gözlem terası bulunuyor. 

Göz Köprüsü, Taşköprü'nün görkemli duruşunu gölgeliyor

Göz Köprüsü: Taşköprü’nün hemen yakınına, ikinci bir yaya köprüsü olarak 2011’de inşa edilmiş. Benim kanaatime göre, ne kadar gerekli olduğu tartışılır, bir köprü. Ama bir gerçek var ki, bu köprü ile Taşköprü gibi tarihi bir köprüye, onun görkemli duruşuna büyük bir haksızlık yapılmış. 
                                                                             
                                                                   ***

Üsküp’teki son akşam, akrabalarımla, teyzemin oğlu Sabrilerde buluştuk. Teyzemin oğulları ve kızı, dayımın oğlu, Halil dayım, Berayet teyzem ile keyifli ve sohbet dolu bir akşamdan sonra otelime döndüm. Ertesi günü Sami ve Sabit otelimize, bizi uğurlamaya geldiler. Bizi otoyola kadar götürdüler. Burada, vedalaşıp ayrıldık.

STRUGA

Struga, Makedonya’nın güneybatısında, Ohrid Gölü’nün kenarında bulunan turistik bir şehir. Hemen batısında Arnavutluk sınırı var.  1395 -1912 yılları arasında Osmanlı Devleti’nin Manastır Vilayeti sınırları içinde, Manastır Sancağına bağlı kalmış.  

Yugoslavya döneminde, turizmin geliştiği yerlerden birisi olan Struga,  Makedonya’nın 1991 yılında bağımsızlığı sonrasında, Ohrid ile beraber, Makedonya’nın en önemli turizm merkezlerinden birisi oldu.

Şehir, 1966 yılından günümüze kadar, düzenli olarak her yıl yapılan “Struga Şiir Akşamları” isimli Uluslararası Şiir Festivaline ev sahipliği yapıyor. Her yılın Ağustos ayında “Şiir Köprüsü”nde düzenlenen festivale, dünyanın dört bir yanındaki şairler, yazarlar ve sanatçılar katılıyor. En büyük ödüllerden birisi olan “Altın Çelenk Ödülü”nü; 1972 yılında Pablo Neruda, 1974 yılında da Fazıl Hüsnü Dağlarca almış. Altın Çelenk Ödülü, uluslararası bir isme, şiir sanatına yaşamı boyunca yaptığı katkılardan ötürü veriliyor. 

Kıyısı boyunca kafe ve lokantaların bulunduğu Kara Drin Nehri, şehrin ortasından geçiyor ve turistler için bir çekim merkezi olmuş. Kaynağı Ohrid Gölü olan Nehir, elli kilometre sonra Ak Drin ile birleşerek Adriyatik Denizi’ne dökülüyor. 2002 sayımına göre Struga’nın nüfusu 63.376 kişi. Bu nüfusun 36.029’unu Arnavutlar, 20.336’sını Makedonlar ve 3.628’ini Türkler oluşturuyor.
                                                                          
                                                                   ***

Ağustos/1994’de ailemle birlikte yapmış olduğum, 15 günlük Makedonya gezimin duraklarından birisi de Struga’ydı. O yıllarda, Struga pek bilinmiyordu Türkiye’de. Ben de, Struga Şiir Akçamları Festivali’nden duymuştum adını. Temiz, sakin, şehrin ortasından zümrüt gibi Kara Drin Nehrinin aktığı, Ohrid Gölü kenarındaki bu güzel tatil kasabasını severek gezmiştik.
                                                                   
                                                                  ***

Struga Merkez Camii

Struga Merkez Camii üç şerefeli iki minaresiyle dikkat çekiyor



Struga tabelasının perişanlığı, Struga'nın güzelliğine yakışmıyordu

Transit yoldan giderken, Struga tabelasını geçip şehre giriyorum. Ama aynı anda yolun solunda güzel bir cami görünce, bu fırsatı kaçırmayıp,  arabamı hemen sağa çekiyor ve bir fotoğrafını alıyorum. Üçer şerefeli iki minaresi olan büyük bir camiydi. Arabama binerken, Struga tabelasının perişanlığı dikkatimi çekti. Boyaları dökülmüş, yazıları silinmiş, çarpık çurpuk bir tabelaydı bu. Yirmi üç yıl öncesine nazaran çok çok iyi olması gereken bir turizm şehri, misafirlerini bu tabelayla mı karşılıyordu?

St. Zheni Mirashnici Kilisesi


St. Zheni Mirashnici Kilisesi

Arabama binip, elli - yüz metre kadar gitmiştim ki, bu defa caminin yanında küçük bir kilise olduğunu fark edip, yine arabamı yolun kenarına çektim. Kilise, yolun hafif içerisinde bulunduğu için caminin kadrajında fark edilmiyordu. Zaman zaman Balkanlarda rastladığım gibi, dinler ve inançların karşı karşıya değil, yan yana olduğunu gösteren örneklerden biriydi…
                                                                           
                                                                  ***


1994 yılı gezimizden - Kara Drin Nehri üzerindeki köprüden


1994 yılı gezimizden - Struga'da düğün alayı

Struga hedefine doğru ilerledikçe, şehri dolaşma isteğim azalmaya başlıyordu. Trafik çok kötüydü. Geçtiğim yerlerde bir düzensizlik, dağınıklık ve derbederlik vardı. Belki şehrin ilerisi, böyle değildi. Bu şehir, Ohrid Gölü’nün incilerinden birisiydi. Ama zamanımın çoğunu bu yoğun trafikte harcamak da istemiyordum. Biraz da, bu güzel şehri, nasılsa daha önce görmüş olmamın etkisiyle, yoğun trafikten kurtulmaya çalışarak, şehirden ayrılıp Ohrid’e devam ettim. 2017 yılındaki Struga gezime, 1994 yılında çektiğim iki fotoğrafı ekleyeceğim. Böylece, bir bakıma anılarımı tazelemiş olacağım.  

OHRİD


Ohrid şehri, Ohrid Gölü'nün incilerinden birisi

Ohrid( veya Ohri ), Makedonya’nın güneybatısında, Ohrid Gölü kenarında, Arnavutluk sınırına yakın bir konumda bulunuyor. 2002 sayımına göre nüfusu 55.749 kişi. Bu nüfusun 47.344’ünü Makedonlar, 2.962’sini Arnavutlar, 2.268’ini Türkler oluşturuyor.


Ohrid

867 yılında Bulgarların egemenliğine giren Şehir, 990-1015 yılları arasında Birinci Bulgar Devleti’ne başkentlik yapmış. Bu yıllarda, bölgedeki Hıristiyanlığın önemli bir merkezi olmuş. 1018 yılında Doğu Romalılar, şehri tekrar ele geçirmişler. 1395 -1912 yılları arasında Osmanlı Devleti egemenliğinde kalan Ohrid, Manastır Vilayeti sınırları içinde, Manastır Sancakı’na bağlıymış. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önemli isimlerinden Eyüp Sabri Bey( 1876-1950 ), Ohrid’lidir. Eyüp Sabri( Akgöl ) Bey, 1935 -1950 yılları arasında, Çorum ve Erzurum milletvekili olarak görev yapmış.


Makedon Ortodoks Kilisesi Ohrid Başpiskoposluk Binası

Ohrid; iyi korunmuş eski kenti, tarihi kalesi, kiliseleri, camileri, manastırları, gölü ile önemli bir turizm kenti. UNESCO, 1979 yılında Ohrid Gölü’nü, 1980 yılında da Ohrid Şehrini UNESCO Dünya Mirası listesine ekledi.
                                                                
                                                                    ***

Saat 13 civarında Ohrid’e geldim. Trafik düzenli, caddeler geniş ve düz, trafik ışık ve işaretleri yeterliydi. Kalacağım pansiyon, tek katlı bahçeli evlerin bulunduğu, geniş ve cetvel gibi dümdüz sokakların birbirini kestiği ferah, bir bölgedeydi. Bu sokaklarda yürümek bile, başlı başına bir huzur kaynağıydı. 

Eşyalarımı pansiyona yerleştirir yerleştirmez, vakit kaybetmeden Sveti Naum Manastırı’nı görmek üzere yola çıktım.

Peshtani


Peshtani, Ohrid'e bağlı şirin bir balıkçı köyü


Yeşille mavinin kucaklaştığı Peshtani'den bir manzara

Sveti Naum yolu çok virajlıydı. Ama bir bakıma iyi oluyordu. Yeşille mavinin kucaklaştığı kıyı boyunca mücevher gibi dizilmiş köyleri, daha iyi görüyordum bu vesileyle. Bu köylerden birisi de Peshtani’ydi. Peştani, Ohrid’e bağlı 1.326 nüfuslu bir köy. Aslında bir balıkçı köyü, ama artık gelirinin çoğunu turizmden sağlıyor. Arka plânda evlerin ve çay bahçelerinin olduğu Peshtani’nin güzel koyunu, fotoğraflayıp yoluma devam ettim.

Trpejca 


Ohrid Gölü kıyısındaki Trpejca Köyü'nde St. Nicholas Kilisesi

Ohrid Gölü kıyısındaki 303 nüfuslu Trpejca Köyü, kıyı şeridi nedeniyle turizm açısından gelişen yerlerden biri olmuş. Eski bir kilisenin yerine inşa edilen St. Nicholas Kilisesi, köyün önemli yapılarından biri.

Aziz Naum Manastırı( Sveti Naum Manastırı )

Manastıra adını veren Aziz Naum( 830 – 910 ); Balkanlarda Hıristiyanlığın yaygınlaştırılmasında çalışmış bir din adamı, misyoner ve yazar. Aziz Clement ile beraber, Kiril Alfabesini bulan Aziz Kiril ve Aziz Methodius kardeşlerin öğrencileriymiş. Çalışmalarıyla, Kiril Alfabesini, Slav dünyasında yaygınlaştırmayı başarmışlar. Aziz Naum, 905 yılında Ohrid Gölü kenarında bu manastırı kurmuş ve ölümünün ardından, buradaki kilisede gömülmüş.

Ben, yukarıdaki paragrafta dört aziz isminin ve daha da önemlisi Kiril Alfabesi’nin geçtiği bu konuların tarihçesini merak edip biraz araştırdım ve ortaya, özetin özeti şu sonuç çıktı:  

Bizans İmparatoru III. Michael, 863 yılında, Büyük Moravya’daki Slavlar arasında Hıristiyanlığı yaymaları için( Aziz )Kiril ve ( Aziz )Methodius adlı, Selanik doğumlu Bizanslı keşiş kardeşleri gönderir. Keşiş kardeşler, tercüme edecekleri kitapların, Yunan ve Latin alfabeleri ile yazılmaları halinde, Slav dilindeki kitaplarda rahat anlaşılamayacağını görerek Glagolitik alfabesini icat ederler.

869’da Kiril’in, 885’de Methodius’un ölümlerinden sonra, Büyük Morovya Başpiskoposu, Glagolitik alfabeyi yasaklar ve öğrencilerini sürgün eder. Öğrencileri olan Aziz Clement ve Aziz Naum, Bulgaristan İmparatorluğu’nun başkenti Pliska’da bir İlahiyat ve Edebiyat okulu kurarak, bu alfabeyi geliştirmeye ve öğretmeye çalışırlar. 865 yılında Hıristiyan olan ve dini ayinlerin Yunanca yapıldığı gerçeği karşısında, Bizans etkisinden korkan Bulgaristan Çarı Boris, Bulgar dili ve kimliğini güçlendiren bu teşebbüsü destekler.

Pliska ve Preslav’daki okullardan sonra, Aziz Clement, Çar I. Boris’in emriyle, 886 yılında Ohrid’de İlahiyat ve Edebiyat Okulunu kurar. 893 yılında Aziz Clement, Velika Piskopos’u olunca, Ohrid’deki okulun başına Aziz Naum gelir. Kurulan bu okullarda, Glagolitik Alfabe temelinde Kiril Alfabesi tasarlanır ve geliştirilir. 12. Yüzyıldan sonra Glagolitik Alfabenin yerini artık Kiril Alfabesi alır.
                                                                              
                                                                ***


Aziz Naum Manastırı giriş bölümü


Manastır yolundaki Küçük Göl, Ohrid gölüyle birleşiyor 

Aziz Naum Manastırı, Ohrid’e 25 km mesafede olmasına rağmen virajlı yolu nedeniyle kırk dakika sürdü. Arabamı park ettikten sonra, geniş bir avluya açılan ana kapıdan içeri girdim. Hemen girişte bizi hediyelik eşya satan dükkânlar karşıladı. Biraz daha yürüyünce, yolun sol tarafında, gölü besleyen su kaynaklarının bulunduğu küçük bir göl, küçük gölün kenarında lokanta ve kafeler, küçük bir ahşap iskele ve ağaçların yansımasıyla zümrüt gibi görünen gölde aheste aheste giden sandallar vardı.


Küçük Göl'de tekne gezileri yapılabiliyor


Aziz Naum Manastırı'nın girişi

İnsana iyimser duygular yaşatan 400-500 metrelik güzel bir doğa yürüyüşünden sonra, Manastır’a geldim. Yer yer yapay şelaleler ve ortalarda dolaşan 2 – 3 tavus kuşu ortama renk katmışlardı. Manastır alanında, manastır ve kilisenin yanında oteller de vardı. Hâkim bir tepede bulunan tarihi yapıları gezerken, diğer yandan da Ohrid Gölü’nün eşsiz manzarasını seyretmek güzeldi.


Ohrid'in Aziz Klementi Kilisesi( St. Clement of Ohrid )


Aziz Naum Manastırı'ndaki tavus kuşları ortama renk katıyor

Manastır, Kilise, Ohrid Gölü ve Küçük Göl birlikte tasarlanıp; geniş, doğayla uyumlu ve kaliteli bir yaşam alanı yaratılmış. Turizmde bu projeler gerçekten çok değerli. Makedonya gibi, dününü bildiğim bir ülkede bunu görmek memnuniyet vericiydi. İşte kabuğunu kırmak diye ben buna derim!


Hakim bir tepede kurulu Manastır'dan göl manzarası


Aziz Naum Manastırı alanında oteller de bulunuyor


                                                                 ***

Tanrı’nın Kutsal Annesi Kilisesi( Holy Mary Peryleptos )


Tanrı'nın Kutsal Annesi Kilisesi, fresk resimleri ile öne çıkıyor

Aziz Naum Manastırı dönüşünde, Ohrid’in önemli bir sit alanı olan ve tepelik bir yerde bulunan Plaoshnik bölgesine geldim. Arabamı birkaç yüz metre aşağıda bırakıp tepeye doğru yürümeye başladım. Klasik Ortodoks Mimarisinde, ama yüksekliğine orantılandığında, yatay olarak daha geniş bir alana yayılmış, biblo gibi güzel bir kiliseye rastladım. Tanrı’nın Kutsal Annesi Kilisesi, 1295 yılında inşa edilmiş. Kilisedeki fresk resimleri, önemli Makedon ikon ressamları Michail ve Eftihije tarafından yapılmış. 

Çar Samuel’in Kalesi


Çar Samuel'in Kalesi, bir taç gibi şehri süslüyor

Tepeye doğru tırmanırken, yamaçlardaki, yeşillikler içinde, beyaz badanalı, kırmızı kiremit çatılı evlerin fotoğrafını çekiyordum. Kadrajımı ayarlarken, kale surlarının, bu manzarayı adeta taçlandırır gibi tepede bir kuşak oluşturduğunu fark ettim.

2003 yılında yenilenen Kale, 10. Yüzyıl başlarında Bulgaristan Çarı Samuel’e başkentlik yapmış. Kale; M.Ö. 4. Yüzyılda Makedonya Kralı II. Filip tarafından yaptırılan daha eski bir surun üzerine inşa edilmiş. 

Ohrid Antik Tiyatrosu


Ohrid Antik Tiyatrosu, 1980'de ortaya çıkarılmış

Ohrid Antik Tiyatrosu, M.Ö. 200 yılında inşa edilmiş. Ülkedeki, tek Helenistik tipteki tiyatro. Tiyatro, aynı zamanda Hristiyanları infaz alanı olarak kullanılmış. 1980’de bir inşaat kazısı sırasında ortaya çıkarılan tiyatroda, Ohrid Yaz Festivali kapsamında, Bolşoy ve Jose Carreras gibi yüksek kaliteli kültürel etkinlikler gerçekleştiriliyor.

Aziz Clement ve Panteleimon Kilisesi

Plaoshnik Sit Alanı'na giden yolda çiçeklerle bezeli evler

Sağ tarafımda, bakımlı, güzel, balkonları rengârenk çiçekli saksılarla bezenmiş evler; sol tarafımda panoramik Ohrid ve göl manzarası ile bir süre yokuş çıktıktan sonra, Aziz Clement ve Panteleimon Kilisesi’ne geldim. Kilise Plaoshnik Sit Alanı’nda bulunuyor.

Aziz Clement ve Panteleimon Kilisesi

Aziz Clement, Bulgaristan Çarı I. Boris’in isteği ile Ohrid’e gelip bu kiliseyi inşa etmiş ve Kiril Alfabesinin temelini oluşturan ( İncil’i Slavca’ya çevirmek için kullanılan ) Glagolitik Alfabesinin eğitimini burada vermiş. Clement, 916’da ölümünden sonra buraya gömülmüş. 16. Yüzyılın sonlarında Osmanlılar tarafından kilisenin yıkılıp yerine Cami yapıldığı gerekçesiyle, 2000 yılında Fatih Camii( İmaret Camii ) yıkılarak, şu andaki mevcut kilise inşa edilmiş.

Aziz Clement ve Panteleimon Kilisesi

Makedonya Cumhuriyeti’ndeki tüm kiliselerin en kutsalı olduğu için binlerce Makedon Ortodoks Hıristiyan, büyük dini bayramlarda kutlama yapmak ve ayinlere katılmak üzere burada toplanıyorlar.

Sinan Çelebi Türbesi

Sinan Çelebi Türbesi, 2012'de TİKA tarafından yenilenmiş

Sinan Çelebi Türbesi’nin bulunduğu Plaoshnik Sit Alanı’nın diğer adı da İmaret Tepesi’dir. Sinan Çelebi( Sinaneddin Yusuf Çelebi )’nin 1491 yılındaki vakfiyesinde; Fatih Sultan Mehmet Camii( İmaret Camii ), imaret, kervansaray, hamam, medrese ve birçok mülk bulunmaktaymış. 29 Nisan 1493 yılında vefat eden Sinan Çelebi’nin vakfından günümüze kalan tek eser ise kendi türbesi olmuş. Türbe, 2012 yılında TİKA( Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı ) tarafından yenilenmiş.
                                                                         
                                                                  ***

Ohrid Gölü'nden


Ohrid Gölü'nden şehrin görünüşü

Ohrid’deki pansiyondan 07.15’de ayrılıyorum. Dün akşam, göl kenarına ulaşmaya çok az kalmışken, yağmur yağmaya başlamış, yürüyerek ve epeyi de ıslanarak 1 km.’lik yolu dönmüştüm. Ohrid’den ayrılmadan önce tekrar göle geldim. Gölün çevre düzenlemesi iyi idi. Göl kenarında çay bahçeleri, lokantalar, bu sahil şeridi boyunca geniş yürüyüş yolu, her iki yanda bisiklet ve koşu yolu vardı. Hava pusluydu, ama yine de sabah ışığında fotoğraf açısından uygundu.


Ohrid Gölü'nden


Ohrid Gölü çevre düzenlemesi insanları ferahlatıyor

ANEKDOT

Ohrid’den sonra, yol bulucuyu Sofya’ya ayarladım. Yol üzerindeki Gostivar’a girdim. Eskiye dair hiçbir şey göremedim. Kumanova’dan bir süre sonra bir benzin istasyonundan 20 Euro’luk benzin aldım. 24 litre koydu. Hesabı da 0,85 Euro( 1 litre ) üzerinden yaptı. Fiyat ortadaydı. Tamam, dedim. Tuvaleti sordum. Tuvaletten çıktıktan sonra, sınıra kaç km. olduğunu ve “pay toll”( paralı yol ödeme noktası ) olup olmadığını sordum. 40 km. dedi ama diğerini anlamadı. O sırada benzinciden çıkmakta olan bir genç bizim konuşmamıza kulak misafiri olmuştu. “Hay gel gardaş”, dedi. “Türkçe biliyor musun” dedim. Çok az anlamında bir şeyler söyledi. Tahmin ettiğim kadarıyla Arnavut’tu. Onu arabayla takip ettim. 20-30 km gittikten sonra arabasını kenara çekince, ben de kenara çektim. Aşağı indik. Yardımı ve ayrıca “pay toll” ödeme noktasında benim adıma yaptığı ödeme için de teşekkür ettim. Telefonu gösterdim, yol bulucuyu/navigasyonu işaret ettim. Sonra baktım olmuyor, İngilizce bilip bilmediğini sordum. “biraz” dedi, ama iyi biliyordu. Yol bulucudaki rotaya baktı. Rotanın biraz kötü olduğunu söyledi. Orada yeniden rota belirledik. Yeni rota daha iyi idi. Navigasyonda rotayı başlatınca, cihazdaki kadın sesi ile espriyi kaçırmadık, “olur abla” anlamında bir şeyler söyleyip, güldük. Kendisine çok teşekkür ettim. Daha önce böyle küçük yol hikâyeleri için fotoğraf çekmediğime hayıflanmıştım. Bu defa ayın duyguyu yaşamamak için bu gençle birlikte selfi çektirdik. O da bir dakika deyip, arabadan elinde bir kartla döndü Kart kirilce idi. Mesleğini sordum. Doktormuş. “Good profession” dedim. Yardıma ihtiyacınız olursa, bu numaradan arayabilirsiniz, dedi. Ayrıldık.



2 yorum:

  1. Elini ayağina sağlik. Ahmet abi,çok guzel olmuş ,sagolasin. Allah razi olsun 👍👍👍

    YanıtlaSil
  2. Teşekkür ederim değerli kardeşim. İyi dileklerimle selamlar.

    YanıtlaSil