MAKEDONYA
Makedonyalı büyük İskender, başında bulunduğu orduyla;
Anadolu İran, Hindistan ve Mısır’ı fethederek 13 yılda dünyanın en büyük imparatorluklarından
birisini kurmuş. Ancak ölümünden sonra imparatorluk dağılmış ve Makedonya
bölgesi, Osmanlı İmparatorluğuna kadar, çeşitli ülkelerin fetihlerine sahne
olmuş. Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetinden sonra, Yugoslavya’ya bağlı, Özerk
Makedonya Cumhuriyeti sınırları içinde kalan Ülke, 8 Eylül 1991’de bağımsızlığına
kavuşmuş.
Yüzölçümü: 25.713 km2, Nüfusu: 2.083.869( 2017 tahmini ),
Başkent: Üsküp, Resmi Dili: Makedonca( Tanınan Diller: Arnavutça, Türkçe,
Romca, Sırpça ), Para Birimi: Makedonya Dinarı, Etnik Yapı: Makedon= % 64,2(
1.297.981 ), Arnavut= % 25( 509.083 ), Türk= % 4( 77.959 ), Roman= % 2,7(
53.879 ), Sırp= % 1,8( 35.939 ). Önemli Şehirleri: Üsküp, Kumanova, Manastır,
Pırlepe, Kalkandelen, Gostivar, Ohri, Köprülü, İştip.
ÜSKÜP
Makedonya Devleti’nin başkenti ve en büyük şehri olan Üsküp,
ortasından geçen Vardar Nehri ile ikiye ayrılır. 1392 yılında Osmanlı
hâkimiyetine giren şehir, 1912 balkan Savaşı’ndan sonra 1913 Londra Antlaşması
ile Sırbistan’a bırakılmış. Bu tarihten sonra, yapılan çeşitli saldırılar
sonucunda, şehrin çoğunluğunu oluşturan Türkler de Türkiye’ye göç etmek zorunda
kalmışlar. 1963 yılında büyük bir deprem felaketi yaşayan Üsküp, 1991 yılında
bağımsızlığını ilan eden Makedonya Cumhuriyeti’nin başkenti oldu.
2002 sayımına göre nüfusu 506.926 kişi olan şehrin etnik yapısı şöyle: Makedon
% 66,75; Arnavut % 20,49, Roman % 4, 63; Sırp % 2,82; Türk % 1,70; Boşnak %
1,50
***
Akşam 17-18 sıralarında Üsküp’e vardık. Booking.com’dan
rezervasyon yaptırdığım, Vardar nehri kıyısında bulunan ve Türk Çarşısı’na
yürüyüş mesafesinde olan otelimize yerleştik.
Makedonya gezimize, Üsküp’ten başlamamızın bir sebebi de,
teyze ve dayı çocuklarımın halen bu şehirde yaşıyor olmalarıydı. Ben de,
Üsküp’ün 40 km kadar kuzeyinde bulunan Kumanova’da doğmuş, üç yaşlarındayken
ailemle birlikte Türkiye’ye göç etmişim.
Doğduğum topraklara, ilk defa 1994
yılında eşim ve iki çocuğumla, yine özel aracımla gelip 15 gün kadar kalmış ve
bir daha da ziyaret fırsatım olmamıştı.
Belki de Balkan Yolculuğumun en heyecanlı, coşkulu anlarını
yaşıyordum. 23 yıl sonra tekrar teyzemin ve dayımın çocukları ile görüşecek, bu
vesile ile akrabalar bir araya gelecek, ortak anılarımızdan, ortak
değerlerimizden konuşacak, baldan tatlı sohbetlerimiz olacaktı.
Türkiye’den ayrılmadan önce, teyzemin oğlu ile anlaştığımız
gibi, Üsküp Türk Çarşısı’nda Murat Paşa Camii’nin karşısındaki kafeden
kendisini aradım. Benden 3-4 yaş küçük olan Sabit, yarım saat kadar sonra
geldi. Kafede bir yandan çaylarımızı içtik, diğer yandan da gezimizden
konuştuk. Gezi planımdan, ziyaret noktalarımızdan bahsettim. Kosova, Preşova(
Sırbistan ) ve Makedonya’yı birlikte gezebileceğimizi söyleyince bundan
karşılıklı olarak çok memnun olduk.
Tabii ki, gezimizin dışında akrabalarımı da görecektim.
Zaten Sabit, bunu da ayarlamış. Bu akşam benim için diğer kardeşlerini( 2 kız 2
erkek ) ve dayı çocuklarını( 2 erkek ) yemeğe davet ettiğini, sonraki günlerde
de her akşam diğer bir kardeşin evinde toplanılacağını, beraberimdeki arkadaşlarımın
da davetli olduğunu söyledi. Birlikte geziye çıktığımız iki arkadaşım, teşekkür
ederek, çevreyi dolaşmak istediklerini söyleyince, biz Sabit’le ayrıldık.
Teyzemin ve dayımın çocukları ile akşam yemeğinde bir araya
geldik. 1994 yılındaki ziyaretimde olduğu gibi aynı sıcaklık, aynı güler yüz,
aynı misafirperverlik, aynı coşku ve heyecan vardı. Bu ve bundan sonra bir
araya geldiğimiz üç akşam, hayatımın en güzel anıları arasında yerini alacaktı.
KALKANDELEN( TETOVA )
Kalkandelen, Makedonya’nın kuzeybatısında, Şar Dağlarının eteklerinde ve Pena Nehri kıyısında bulunuyor. Üsküp ve Manastır’dan sonra, Ülkenin üçüncü büyük şehri olan Kalkandelen, 14. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğuna katılmasından sonra, bölgenin gelişmiş bir ticaret merkezi haline gelmiş. Tarım açısından olduğu kadar, bir askeri üs olarak da bölgede önemli bir yeri varmış. 1912 yılında, Osmanlı hâkimiyetinden çıkıp, Sırpların egemenliğine giren Kalkandelen, Yugoslavya Devleti yıkıldıktan sonra, 1991’de Makedonya Devleti sınırları içinde yer aldı.
![]() |
Kalkandelen'in kuşbakışı görünüşü |
Kalkandelen ismi ise, şöyle rivayet ediliyor: Osmanlı
döneminde Saruhan’dan gelen ve silah yapımında usta olan Türkmenler, kalkanı
bile delen okları ile tanınınca, şehir zaman içinde Kalkandelen ismini almış.
2002 sayımına göre 86.680 kişilik nüfusu olan şehrin etnik yapısı şöyle:
Arnavutlar= 60.686, Makedonlar= 20.053, Türkler= 1.882, Romanlar= 2.357
Alaca Camii
c![]() |
Alaca Camii - Solda, Camiyi yaptıran kız kardeşlerin türbesi var |
Paşa Camii olarak da biliniyor. Adını, mimari yapısındaki
alacalıktan ve çok renkliliğinden almış. İnce işlemeli iç ve dış süslemeleri
ile hayranlık uyandırır.
![]() |
Alaca Camii kubbeli değil, kiremit çatılı bir cami. |
Cami, 1438 yılında inşa edilmiş. Yangında hasar görmesinden
sonra, 1833 yılında Recep Paşa’nın oğlu Abdurrahman Paşa tarafından onartılmış.
Mimarı İshak Bey’dir. Cami, Hurşide ve Mensure isimli iki kız kardeşin
destekleriyle yapılmış. Cami avlusunda bulunan sekiz köşeli türbede, bu iki kız
kardeş yatıyor. Camideki kalem işi süslemelerin sırları için 30 binden fazla
yumurta kullanılmış.
![]() |
Kalem işi süslemeler için 30 binden fazla yumurta kullanılmış |
Alaca Camii ile diğer Osmanlı Camileri arasındaki en önemli
fark, Alaca Camii’nde bir kubbenin olmayışıdır. Yani Cami’de kubbe yerine,
klasik ev mimarisinde gördüğümüz kiremitli çatı var.
![]() |
Alaca Camii'nin ince işlemeleri hayranlık uyandırıyor |
Alaca Camii, genelde Türkiye’de gördüklerimizden çok farklı
olduğu için ilgimizi çekti. Süslemeleri ve o rengârenk ince işlemeleri
hayranlıkla izledik. Camiyi dolaşırken, Türkiye’den kalabalık bir turun
gezisine denk geldik. Gruptan, tanışıp sohbet etme fırsatı bulduğumuz birkaç
arkadaştan Alaca Camii’nin, Balkan turlarının önemli noktalarından birisi
olduğunu öğrendik.
Harabati Baba Tekkesi( Sersem Ali Baba Tekkesi )
![]() |
Harabati BabaTekke Binası |
Harabati Baba Tekkesinin kurucusu, Kanuni Sultan Süleyman’ın
ilk eşi olan Mah-i Devran Sultan’ın kardeşi Server Ali Paşa’dır. Server Ali
Paşa, Kanuni’nin veziri iken, görevini bırakıp Hacı Bektaş Dergâhına yerleşmek
isteyince, Kanuni “Sen sersem mi oldun, vezirlik bırakılır da orada Dervişlik
mi yapılır?” der. Görevini bıraktıktan sonra artık bu lakabıyla anılmaya
başlayan Sersem Ali Baba, Dimetoka tekkesinden sonra Kalkandelen’e sürgün
edilir ve 1526 yılında bu tekkeyi kurar. Sersem Ali Baba’nın, Harabati Baba Tekkesinde
bir makamı var. Bu makam, her ne kadar mezar gibi ziyaret edilse de, mezarı değildir.
Halkın, kendisine bir hürmeti olarak tesis edilmiş bir semboldür. Türbesi;
Nevşehir-Hacıbektaş, Hacı Bektaş-ı Veli Külliyesinde bulunuyor.
![]() |
Tekke binasından bir köşe |
Tekke, ismini, Sersem Ali Baba’nın ölümünden sonra yerine
geçen Harabati Baba’dan almış. Malatya’dan Kalkandelen’e gelen Harabati Baba,
burada uzun süre hizmet etmiş ve 1620’de vefat etmiş. Kabri, burada.
![]() |
Harabati Baba Tekkesi Misafirhanesi |
Tekke Külliyesinde; Mescit, Misafirhane, Türbeler, Kış Evi,
Aş evi, Meydan Evi, Şadırvan ve Sebil gibi yapılar bulunuyor. Tekkenin etrafı
yüksek bir duvarla çevrili.
***
Etrafı yüksek duvarlarla çevrili Tekke Külliyesinin ana
kapısından, içeriye girdik. Çok geniş bir bahçe ve bahçenin muhtelif
bölümlerine dağılmış binalar vardı. İlk dikkatimizi çeken sağ taraftaki iki
katlı geniş ahşap konak oldu. Misafirhane olarak yapılan bu Osmanlı-Türk
tarzı bina, ziyarete kapalıydı. Önünde birkaç anı fotoğrafı çektikten sonra,
külliyenin diğer bölümlerine yöneldik.
Tekkenin Dervişi
Ben, 40-50 metre kadar önde yürürken; tek katlı, uzunca,
ahşap duvarında Hazreti Ali’nin resmi bulunan bir binanın önüne geldim. Tam ben
içeriye girerken, içeriden çıkan beyaz yelek ve pantolonlu, mavi gömlekli,
beyaz başlıklı, beyaz sakallı, uzun boylu ve geniş yapılı bir derviş çıktı. Beni
görünce, kendine has Balkan şivesiyle “Hay siz girın, içerıde oturun, ben şimdi
lokma yapıp getırecem” dedi.
![]() |
Derviş Abdulmuttalip Bekiri, 2002'den beri tekkede tek başına hizmet ediyor |
Derviş, lokma getirmek için uzaklaşırken, ben kapıdan içeri
girdim. Uzunluğu 7-8 metre, eni 4-5 metre olan bu yapıda; duvarlar tamamen,
tekke ile ilgili resimlerle doluydu. Kısa kenarda, sağda Dervişin koltuğu ve
duvarda Hazreti Ali’nin büyük bir resmi vardı. Derviş gelene kadar içeriyi
inceleyip, birkaç poz fotoğraf çektim. Bu arada, arkadaşlarım da gelmişti.
Derviş çok iyi olmasa bile anlaşılır bir Türkçe ile hikmetli sözlerle konuşmaya
başladı. Derviş Abdulmuttalip Bekiri, Arnavut asıllıymış ve 2002’den beri bu
tekkede tek başına hizmet etmekteymiş. Kendisini ilgiyle dinledik. Bu arada, boynundan göğsüne doğru kolye gibi sarkan taşın
“Teslim Taşı” olduğunu ve 12 köşesinin, 12 imamı temsil ettiğini öğrendik. Teslim
Taşı, Dervişin nefsini terbiye ettiğini gösterirmiş.
Doğrusu, misafirperverliği ve ağırlaması, birlikte fotoğraf
çekilmesinde gönüllü olması, bizi memnun etti. Derviş Abdulmuttalip Bekiri’ye
ilgisi için teşekkür edip, Üsküp’teki Matka Kanyonunu görmek üzere,
Kalkandelen’den ayrıldık.
ÜSKÜP
Matka Kanyonu
Üsküp’e 15 km. mesafedeki kanyon, Matka Gölü’nde bulunuyor. Matka
Gölü, 1937 yılında yapılan baraj sonucu oluşmuş.
![]() |
Matka Kanyonu ve Gölü'nde tekne turları da yapılıyor |
Kanyon’da, uzunlukları 20 metre ile 176 metre arasında
değişen 10 mağara var. Bunlardan en ünlüsü, Vrelo Mağarası. Mağaranın içinde
pek çok sarkıt ve genişlikleri 8-35 metre olan iki küçük göl bulunuyor. Kanyon,
sahip olduğu endemik kelebek türleri ile de biliniyor.
Kanyon alanında; Aziz Andrew, Matka ve Aziz Nikola gibi
manastırlar da mevcut. Merkezdeki Aziz Andrew Manastırı, 1389 yılında yapılmış
ve İsa’nın on iki havarisinden biri olan Aziz Andrew’e ithaf edilmiş.
![]() |
Matka Kanyonu, bir baraj gölü olan Matka Gölü'nde bulunuyor |
Kanyon alanına girişte, bir süre, Kanyon boyunca devam eden
ve bel yüksekliğindeki bir duvarla korunan, taş patika yoldan yürüdük. 10-15
dakikalık bir yürüyüşten sonra, Kanyona hâkim olan yeşil bitki örtüsü ve
ağaçlık içinde; lokantaların, kafelerin ve tarihi bir manastırın( Aziz Andrew
Manastırı ) bulunduğu merkeze geldik. Tarih, doğa ve Matka Gölü’nün zümrüt
suları, insanı hemen etkisi altına alıyordu. Havanın kapalı ve serin olması hiç
de canımızı sıkmadı, yazın sıcak günlerinde bu kanyonun ne kadar serin,
rahatlatıcı ve huzur verici olabileceğini konuşup,hayal edip, mutlu olduk.
Lokantaların bulunduğu bu bölümden, tekne turları da
yapılıyor. Bir saat kadar süren tur programı içerisinde, Vrelo Mağarası
ziyareti de varmış. Zamanımız kısıtlı olduğu için, biz Kanyon boyunca yürümeyi
tercih ettik.
Merkezden başlayan Kanyon/Baraj Gölü yürüyüş yolu 6 km.
imiş. Biz 1-2 km kadar yürüdük. Yürüyüş yolu, demir parmaklıklarla korunaklı
olduğu için, dar ve toprak yol, bir sorun teşkil etmiyordu. Ama belli bir
mesafeden sonra, yolun dar ve korunaksız olduğunu öğrendik. Hava kapalı olduğu
için fotoğraf açısından pek uygun değildi. Buna rağmen dönüş yolunda, güzel
manzaralar çekme şansımız oldu.
Kosmos Köftecisi
Kanyon dönüşü, yemeğimizi Kosmos Köftecisi’nde yedik.
Bildiğimiz mütevazı bir esnaf lokantasıydı burası. Garsonlar Türkçe biliyorlardı. Önce
güveçte kuru fasulye. Yanında, üzerine rendelenmiş bol beyaz peyniri ile çoban
salatası. Turşu biber, közlenmiş biber… Arkasından ızgara köfte geldi. Porsiyon
büyüktü( 10 adet ). Yediklerimizin hepsi ayrı ayrı çok lezzetliydi. Ama güveçte
kuru fasulye ve peynirli salatanın tadı damağımda kaldı. Bir daha aynı lezzeti
başka bir yerde bulabileceğimi sanmıyorum. Fiyatlar da çok uygundu.
Anlattıklarına göre, lokantanın ismi daha önce Kosova’ymış. Ancak, 1998-1999 Kosova Savaşı’ndan sonra, adını
Kosmos olarak değiştirmek zorunda kalmışlar.
Paşa Yiğit Bey Türbesi
![]() |
Üsküp Fatihi Paşa Yiğit Bey'in Türbesi |
Saruhanlı bir Türkmen Beyinin oğlu olan Paşa Yiğit Bey, Osmanlı
Devleti hizmetine girdikten sonra 1389 yılında I. Kosova Meydan Muharebesine
katılmış. 13 Ocak 1392’de yoldaşı Meddah Baba’yla birlikte Üsküp’ü fethetmiş ve
artık “Üsküp Fatihi” olarak anılmaya başlanmış. Ardından, Üsküp’e Sancak Beyi
olmuş. Paşa Yiğit Bey’in, 1414 yılına kadar yirmi iki yıl yönettiği Üsküp,
zamanla Osmanlı fetihleri için bir üs haline gelmiş. Vefatının ardından, 1439
yılına kadar oğlu İshak Bey, sonra da torunu İsa Bey, Üsküp’ü yönetmişler.
![]() |
Türbenin tarihçesi |
Paşa Yiğit Bey, ölümünü takiben, kendisinin yaptırdığı ve
kendisiyle aynı ismi taşıyan camiye gömülmüş. Cami, II. Dünya savaşı sırasında,
1943 yılındaki bombardımanda yıkılmış. Caminin avlusundaki kabristanda bulunan üç
mezar, zamanımıza kadar gelmiş. Mezarlardan birinde Paşa Yiğit Bey, diğerinde
ise Meddah Baba yatıyor. Üçüncü mezarın kime ait olduğu bilinmiyor.
Paşa Yiğit Bey Türbesi, Üsküp Türk Çarşısı’nda bulunan ve
2016 yılında hizmete giren Paşa Yiğit Bey Külliyesi’nde yer alıyor. Türbe ve
Külliye; başta, kendisi de Paşa Yiğit Bey’in torunlarından olan Üsküplü işadamı
Şarık Tara, Bursa Belediyesi ve işadamları ile Makedonya Kültür Bakanlığı’nın
katkılarıyla meydana getirilmiş.
Üsküp Türk Çarşısı
![]() |
Üsküp Türk Çarşısı'ndan |
Paşa Yiğit Bey Türbesi’ni ziyaret ettikten sonra, Türk
Çarşısı’nı dolaşıyoruz. Üsküp Türk Çarşısı; geleneksel, mütevazı, tek katlı
mimari yapısı, dükkanlarında Türkçe’nin konuşulduğu esnafı, hediyelik eşya
satan dükkanları, lokantaları, kafeleri, çarşının hemen her yerinde adım
başında görebileceğimiz camileri, hanları, hamamları ile; tarih kokan,
Osmanlı-Türk tarihinin nefes aldığı, yaşadığı canlı ve sıcak bir yer.
![]() |
Üsküp Türk Çarşısı'ndan( Arkada Murat Paşa Camii ) |
Türk Çarşısı civarında benim görebildiğim Osmanlı dönemi
tarihi eserleri şunlardı: Sulu han,
Kurşunlu Han, Kapan Han, Murat Paşa Camii, Davut Paşa Hamamı( Çifte Hamam ),
Mustafa Paşa Camii ve Paşa Yiğit Bey Külliyesi.
Murat Paşa Camii,
Türk çarşısının merkezinde bulunuyor. Avlusundaki şadırvanı ile dikkat çekiyor.
Cami girişindeki kitabede, 1802 -1803 yıllarında yapıldığı yazılı.
Mustafa Paşa Camii,
Kale ile Türk Çarşısı arasında yer alıyor. 1492 yılında Yavuz Sultan Selim’in
veziri olan Mustafa Paşa tarafından inşa edilmiş. TİKA( Türk İşbirliği ve
Koordinasyon Ajansı Başkanlığı ) tarafından 2006 yılında başlatılan yenileme
çalışmaları, 2011 yılında bitirilmiş.
Davut Paşa Hamamı,
1489 – 1497 yıllarında, II. Beyazıt döneminde sadrazamlık yapmış olan Davut
Paşa tarafından inşa ettirilmiş. Günümüzde, sanat galerisi olarak hizmet
veriyor.
Sulu Han, İshak
Bey tarafından 15. yüzyılda inşa edilmiş. Hâlihazırda, Üsküp Üniversitesi Güzel
Sanatlar Fakültesi’ne ev sahipliği yapıyor.
Kurşunlu Han,
III. Selim döneminde, Molla Muslihiddin Hoca tarafından 1550 yılında
yaptırılmış. Çatısının kurşunlu olması nedeniyle, Kurşunlu han olarak
adlandırılmış. Fakat I. Dünya savaşı sırasında bu kurşunlar sökülmüş.
Bir süre hapishaneye dönüştürülen Kurşunlu Han, 1904 -1912
yılları arasında tekrar han olarak kullanıldı. Günümüzde, kültürel
etkinliklerin düzenlendiği bir mekân olarak öne çıkıyor.
***
Eski Türk Çarşısında bir süre dolaştıktan sonra, Türkiye’den
birlikte geziye başladığımız iki arkadaşımızdan birisi, Hayrullah arkadaşımız, mazereti nedeniyle dönmek zorunda kaldığından, kendisini Türkiye’ye yolcu
ettik.
Ben akşam yemeğini daha önce plânlandığı gibi dayımın oğlu
ve diğer akrabalarımın bulunduğu bir davette yiyecek ve sonra otelime
döneceğim. Ertesi günkü rotamız müthiş olacak!
ÜSKÜP İSA BEY CAMİSİ-KUMANOVA (D’LGA VE KLECHOVCE/ÇAVUŞKÖY
)-PREŞOVA( Sırbistan )
Bugünkü programımız hayli yoğun, bir o kadar da anlamlı ve
heyecan verici olacak. Nasıl olmasın ki? Annemin doğduğu, Kumanova’daki D’lıga
Köyü’nü ilk defa ziyaret etmiş olacağım. Köyde 1992 yılından beri kimse
yaşamıyor. Oradan, baba tarafımın köyü olan Klechovce( Çavuşköy )’ye, ardından babaannemin
doğduğu ve halamın gelin gittiği kasaba olan ve bugün Sırbistan sınırları
içinde kalan Preşova’ya gideceğiz.
Bize rehberlik edecek olan teyzemin ortanca oğlu Sami,
sabahleyin bizi otelden aldı. Sami ile yürüyerek Türk Çarşısı’na gittik. Burada
bir esnaf lokantasında bir çorba içtik. Çorba çok lezzetli, porsiyon büyük ve
içinde et parçaları vardı. “Dana Çorbası” olduğunu söyledi.
İsa Bey Camii
Fırsat buldukça, her gün Üsküp’ün bir köşesini geziyor ve
öğreniyorduk. Sabah kahvaltısından sonra yine yürüyüş mesafesinde bulunan, İsa
Bey Camii’ne gittik.
![]() |
İsa Bey Camii |
İsa Bey Camii, 1475 yılında, Üsküp fatihi Paşa Yiğit Bey’in
torunu İsa Bey tarafından inşa ettirilmiş. İsa Bey, ayrıca Saraybosna ve Yeni
Pazar gibi şehirlerin kurucusuymuş. Cami, bir dönem Nakşibendi dervişlerine ev
sahipliği yapmış.
![]() |
İsa Bey Camii'nin avlusunda1475 yılında dikilen Anıt Çınar Ağacı |
![]() |
Cami'nin haziresinde Şair Yahya Kemal Beyatlı'nın annesinin kabri |
Caminin avlusuna girer girmez bizi anıt bir çınar ağacı
karşılıyor. Bu heybetli ağaç, Üsküp’ün en eski ağacı imiş. Caminin inşası
sırasında(1475 ) dikildiği tahmin ediliyor. Avluda güzel bir şadırvan vardı.
Caminin girişindeki, mermerden yapılmış “son cemaat yeri” de dikkat çekici
güzellikteydi. Ardından, Cami’nin haziresine geçtik. Buradaki mezar yerinde,
büyük Şairimiz Yahya Kemal Beyatlı’nın annesinin kabri başında dua edip,
Cami’den ayrıldık.
***
Artık, bugünkü
programımızı uygulamak üzere, Üsküp’ten yola çıkacağız. Teyzemin oğlu
Sami, D’lıga yolu çok kötü olduğu için
arabamı bırakıp, araziye uygun olan kendi arabasıyla gitmemiz gerektiğini söyledi.
Ekibimize, teyzemin büyük oğlu Sabri de katıldı. Gezimizin Kumanova kısmından
sonrasını, benim aracımla ve teyzemin diğer oğlu Sabit’le tamamlayacağız.
Güreler Köyü
![]() |
Güreler Köyü( Orta Güreler ) |
Üsküp’ten Kumanova’ya geldik. Öylesine hedefe kilitlenmişiz
ki, Kumanova’yı dolaşmayı dahi unutmuşuz. Yönümüzü, yolumuz üzerinde bulunan ve D’lga’dan önceki
hedefimiz olan, Güreler’e çevirdik. Güreler’i, akraba çevresi veya
Balkan göçmeni yakınlarımdan hep duyardım. Türkiye’de, Güreler’li bir hayli
göçmen vardı.
![]() |
Orta Güreler'den Çinya Deresi |
Teyzemin oğulları, bir yandan da anılarını tazeliyorlar ve
bana bilgi veriyorlardı. Bir köprüye yaklaşırken köprüyü ve dereyi işaret
ederek “İşte Çinya deresi!” dediler. Yugoslavya’dan üç yaşında iken göç eden ve
haliyle bir şey hatırlamayan benim gibi birisi için; Çinya Deresi de, çok
şeyler ifade ediyordu. Ailemden, akrabalarımdan büyüklerimden dinlediğim
hikâyelerin, anıların en güzelleri Çinya’ya ait olanlardı. Vardar Nehri’nin bir
kolu olan Çinya, Güreler’in olduğu gibi, çevresindeki diğer köylerin de göz
bebeğiydi demek…
![]() |
Güreler'den çocuklar |

D’lga Köyü
![]() |
Uzaktan D'lga Camii |
Güreler’den bir süre sonra yol çok kötüleşti. Zamanında
zaten bozuk olan D’lga yolu, yıllardır kullanılmadığı için daha da bozulmuştu.
Nihayet, uzaktan, yeşil yamaçların önünde, D’lga Camii'nin minaresi göründü.
Camiyi çevreleyen ihata duvarının kenarında arabamızı park ettik.
İşte o an gelmiş çatmıştı. Annemin doğduğu, çocukluğunu
yaşadığı, evlendikten sonra baba evi olarak hasretle gidip-geldiği o evi
görecektim.
![]() |
D'lga Köyü - Çeşme başı |
Güzel, güneşli bir Mayıs günüydü. Köy; yeşil otlarla, yer
yer ağaçlarla kaplı, hafif eğimli bir yamaca kurulmuştu. Kuşlar cıvıl cıvıl
ötüyor, adeta baharın keyfini çıkarıyorlardı. Yamacın karşısındaki manzara da
nefes kesiciydi: Hafif eğimli ve yüksek olmayan tepeler üzerinde yemyeşil, geniş
bir ormanlık alan, göz alabildiğince uzanıp gidiyordu. Yamacın ortasından ve
uzunlamasına devam eden toprak yolun ilerisinde ve solunda, hâlâ ayakta
kalabilmiş 3-5 ev vardı. Yolun sağında ise, geçen yıllara yenik düşmüş evlerin
enkazı; belirli aralıklarla öbek öbek taş yığınları halinde görülüyordu.
Annemin Doğduğu Ev
![]() |
Annemin doğduğu evin önünde teyzemin oğullarıyla birlikte |
Biraz yürüdükten sonra, yolun solunda, ağaçların arasında bulunan iki katlı evimize geldik. 1992 yılından beri kimsenin yaşamadığı ve kaderine terk
edildiği köyde, evin dıştan görünüşü tüm bu olumsuzluğa rağmen o kadar da kötü değildi.
Giriş katında; mutfak, kiler vb. gibi bölümler vardı. Ahırın kapısı arka
taraftaydı. Yüksek giriş diyebileceğimiz ve dışarıdan 4-5 basamakla çıkılan 1.
Kat; kare şeklindeki evin, yine kare şeklinde dört eşit bölüme ayrılmasıyla oluşmuştu.
Merdiveni çıktığımızda, bele kadar ahşap korkulukla çevrili, ferah ve karşıdaki
orman manzarasına hâkim sundurmaya geldik. Sundurma aynı zamanda sofa işlevini
görüyordu. Sundurmanın bir köşesinden açılan üç ayrı kapıyla, üç ayrı odaya
giriliyordu. Bu üç odadan, orman manzaralı oda, misafir odasıymış. Misafire
olan saygı ve itibarı göstermesi açısından bu kararı takdire değer buldum. Aile
tarihimiz açısından çok değerli olan bu anları, teyzemin oğulları ile konuşarak
kayda almayı da ihmal etmiyordum.
Annemin baba evi olan ve 1992 yılına kadar dayımların
yaşadığı bu evden sonra, diğer bir teyzemin evini dolaştık. İki katlı ve daha
büyük olan bu evin içerisine girince şaşırdım. Evin zemin katı köstebek yuvası
gibi delik deşikti. Sabri ve Sami’nin dediklerine göre, köy terk edildikten
sonra defineciler, bir şeyler bulma ümidiyle, evin her tarafını kazmışlardı.
Kazılan toprağı da dışarı atmayıp, kazılan yerin hemen yanına yığmışlardı.
D’lga Camii
![]() |
D'lga Camii 2015 yılında yenilenmiş |
Evleri dolaştıktan sonra, D’lga Camii’ne geldik. Sami'nin, daha önceden cami görevlisinden aldığı anahtarla, camiyi çevreleyen duvarın kapısını açtı. Cami’nin, çimlerle kaplı güzel bir bahçesi ve bahçenin bir köşesinde dekoratif tuğla ile örülmüş, kiremit çatılı kuyusu vardı. Camiye girip, içini dolaştık. Sami ve Sabri’nin anlattığına göre 2015 yılında Türkiye’nin yardımıyla, Cami, esaslı bir tadilattan geçmiş, boya-badanası yapılmış, duvarla çevrilmiş. Kumanova’dan belirli zamanlarda gelen müezzin hem Cami'nin bakımını yapıyor, hem de ezan okuyormuş.https://www.youtube.com/watch?v=dlENLq__tpE
![]() |
D'lga Camii ve sağında ilkokul binası |
![]() |
Cami avlusundaki kuyu |
Cami’nin hemen yanında iki küçük binadan ibaret olan ilkokul hâlâ duruyordu. Burada çimlere oturup, Sami’nin beraberinde getirdiği ayran-simitle ve arkasından çilekle öğlen yemeğimizi yemiş olduk.
Tepedeki Haç
![]() |
Tepede dev haç: Dini semboller üzerinden mücadele sürüp gidiyor... |
Kumanova’ya dönerken, yüksekçe bir tepenin zirvesinde,
devasa haç heykelini görünce merak edip, sordum. 1999 Kosova Savaşı’ndan, yani
barış sağlandıktan sonra, Sırp-Arnavut mücadelesi artık dini semboller
üzerinden yapılmaya başlanmış. Hristiyanlar, hâkim tepelere böyle büyük
haçlarını dikmişler; Müslümanlar da, camilerinin minarelerini daha yüksek yapar
olmuşlar.
Çavuşköy( Klechovce )
Kumanova üzerinden bu defa, benim doğduğum köy olan
Çavuşköy( Klechovce )’e gidiyoruz. Klechovce( Çavuşköy ), Kumanova’ya 22 km
mesafede bulunuyor. 2002 sayımına göre 199 hanede 573 kişi oturuyormuş. Köyde
yaşayanların tamamına yakını Makedon, az sayıda da Sırp kökenli var. Köyün
hemen yakınından, Çinya Nehrinin en büyük kolu olan Kriva Nehri geçiyor.
Doğduğum Ev
![]() |
Doğduğum evin yeni hali |
Çavuşköy’e, daha önce 1994 yılında eşim ve iki çocuğumla
gelmiş; doğduğum evin önünde, bu evde
oturan aile ile birlikte bir fotoğraf çektirmiştik. Teyzemin oğullarıyla, evi
tekrar aramaya koyuluyoruz. Daha önceki gelişimizde, teyzemin oğlu Sabit’le
aramış ve sonunda bulmuştuk. Ama şimdi bir türlü bulamıyorduk. Makedonca bilen
teyzemin oğulları yardımıyla biraz daha soruşturuyor ve son defa, tarif edilen
yere gidiyoruz. Tarif edilen yerdeki eve dikkatlice bakınca, niye bulamadığımızı anlamıştık: Evin yeni sahipleri, evin cephesini o kadar değiştirmişlerdi ki,
ev tanınmaz hale gelmişti… İki katlı evin tüm cephesinden 2-3 metrelik beton
çıkmalarla, derme-çatma bir sundurma oluşturulmuş, evin geleneksel köy tarzı
gitmişti. Açıkçası, evin bu yeni halini görünce üzüldüm. Evin yeni sahipleri
de, eski sahiplerinin aksine soğuk durunca, burada fazla kalmayıp, köyün diğer
diğer bir bölümüne gittik.
Göç Hikayesine Tanıklık Eden Kuyu
![]() |
Rahmetli Babam, bu kuyunun başında önemli bir olay yaşamış |
Teyzemin oğullarıyla beraber, bu defa ailemizde ilginç bir
hikâyesi olan kuyuyu aramaya başlıyoruz. Kuyuyu bulmak, ev kadar zor olmadı.
Hep beraber başında bir anı fotoğrafı çektirdik.
Aile tarihimizde önemli bir yeri bulunan göç hikayesi ise şöyle olmuş: Çavuşköy; babam ve akrabalarının, 1954 yılında Türkiye’ye göç etmesinden önce, Türklerle Makedonların birlikte yaşadığı bir köymüş. Hemen kenarından Kriva Nehri geçtiği için, köyün toprakları tarım açısından çok değerli arazilermiş. Babamların nehir kenarında o kadar büyük arazileri varmış ki, hâlâ aile ve akraba çevrelerinde konuşulur. Meyve bahçelerimiz de, o günleri yaşayanlar tarafından anlatıla anlatıla bitirilemez…
Aile tarihimizde önemli bir yeri bulunan göç hikayesi ise şöyle olmuş: Çavuşköy; babam ve akrabalarının, 1954 yılında Türkiye’ye göç etmesinden önce, Türklerle Makedonların birlikte yaşadığı bir köymüş. Hemen kenarından Kriva Nehri geçtiği için, köyün toprakları tarım açısından çok değerli arazilermiş. Babamların nehir kenarında o kadar büyük arazileri varmış ki, hâlâ aile ve akraba çevrelerinde konuşulur. Meyve bahçelerimiz de, o günleri yaşayanlar tarafından anlatıla anlatıla bitirilemez…
Her şey çok iyi giderken hava değişir ve Türklere baskı
dönemi başlar. Amaç, baskılarla Türkleri kaçırmak… Bu baskılar Türkiye’de
yankısını bulur ve “serbest göçmen” uygulaması başlar. Yani malını-mülkünü
satıp Türkiye’ye göç etmek isteyenlere yeşil ışık yakılır. Babamlar, Türkiye’ye
göç etmeye kararlıdırlar, ancak satmak istedikleri arazileri bir türlü
istedikleri fiyata satamamaktadırlar.
( Yok pahasına elden çıkarmaya zorlama, dönem rejiminin bir
politikasıdır. Bu suretle hem Türkler’den kurtulmuş olacaklar, hem de arazilerini
yok pahasına ellerinden almış olacaklardır. Hatta bu politikayı ifade etmek
için, dönemin Yugoslavya Devlet Başkanı Tito’nun bir konuşması rivayet edilir:
Tito, Türklerin göç ettirilmesi politikası ile ilgili bir toplantı yapar.
Kürsüye çıkar, “Arkadaşlar, biz Türkleri buradan göndereceğiz” der, ardından da
ayaklarından baş aşağı tuttuğu normal bir tavuğu havaya kaldırarak “ ama böyle
mi?”, diye sorar ve sonra da onu bırakıp, kesilmiş, tüyleri yolunmuş bir tavuğu
yine ayaklarından tutup havaya kaldırarak “yoksa böyle mi?” diye sözünü tamamlar. )
Bir süre sonra babama bir haber gelir. Arazilere bir talipli
çıkmıştır. Babam yanına birisini alır ve arazileri satın alacak olan adamla
buluşur. Adam, araziler için teklif ettiği parayı babama uzatır. Babam,
uzatılan parayı alır, sayar. Bakar ki, teklif edilen para çok düşüktür. Sinirlenir ve hırsla paraları yere atar ve
üzerini ayaklarıyla çiğner. İşte, arazilerimizin yok pahasına kaybedildiğini
gösteren bu olay, bu kuyunun başında
olmuştur. Sonrasında ise, bu zor şartlarda 1954 yılında Türkiye’ye göç
gerçekleşir…
PREŞOVA( SIRBİSTAN )
Kumanova’da, Sami ve Sabri bizden ayrılıp, Üsküp’e döndüler.
Biz de, benim arabayla Sabit ile beraber Preşova’ya hareket ettik.
Preşova; Sırbistan’ın güneyinde, Makedonya sınırına 10 km ve
Kumanova’ya 26 km. mesafede bulunuyor. 2011 yılı sayımına göre nüfusu 79.940
olan Preşova, Sırbistan’da Arnavutların en
yoğun olduğu bir şehir.
Preşova, Balkan gezimin önemli duraklarından birisi. İlhame
Babaannem ve sülalesi Preşovalı. Babaannem, daha sonra dedem Mustafa Aga ile
evlenerek Kumanova-Çavuşköy’e gelin olmuş. Saadet Halam da, Preşova’ya gelin
gitmiş.
Balkan gezisi listeme Preşova’yı alınca, bunu, Preşovalı
olan kapı komşumla paylaşmıştım. Bu vesileyle, İstanbul’dan yola çıkmadan
birkaç gün önce Rıfkı Abiyi ziyaret edip, Preşova gezim açısından kendisinden
yararlı bilgiler almış ve bunları not etmiştim. Preşova İbrahim Paşa Camii
İmamı, El-Ezher mezunu Dr. Adnan Ahmedi, Rıfkı Abinin tanıdıklarıymış. “Ziyaret
edersen selâmımı söyle” demişti. Ayrıca, Adnan Ahmedi’nin amcası Hafız Avni’nin
de, babamları tanıdığını belirtmişti. Benim kulaktan duyduğum, Babaannemin
sülalesinin bağlı olduğu “tekke” ise, Cami’nin yanındaymış
İbrahim Paşa Camii
Kumanova’dan Preşova’ya( Sırbistan ) geçtik. İbrahim Paşa
Camii’ni bulduk. Cami, güzel bir meydana bakıyordu. Meydanın diğer tarafında,
Preşova Belediye binası yer alıyordu. Cami,
İşkodralı İbrahim Paşa tarafından 1674 yılında inşa ettirilmiş. 2011’den
beri Cami’nin imamlığını yapan Adnan Ahmedi’nin, babası ve dedesi de aynı
Cami’de imamlık yapmışlar. Cami önündeki iki gence Adnan Ahmedi Hocayı sorduk. Gençler, beni telefonla görüştürdüler. Adnan Ahmedi Hoca, Türkçeyi pek iyi bilmediğini ve geleceğini, söyledi.
Şeyh Maksut Türbesi( Halveti Tekkesi )
Vakit namazından gelecek olan Adnan Ahmedi Hocayı beklerken,
Caminin hemen yanında bulunan Tekke’yi gezdik. Tekke, hâlihazırda Şeyh Maksut Türbesi olarak biliniyordu. Türbe yakın zamanlarda yenilenmiş olmasına rağmen
tarihi havasından bir şey kaybetmemiş, beyaz badanalı, kubbeli ve kiremitli bir yapı
idi. İçeride beş-altı sanduka vardı. Ortada, diğerlerine nazaran daha büyük
olan, siyah örtülü sanduka Şeyh Maksuti’ye aitti. Diğerleri ise, elimdeki
şecereye( soyağacı ) göre kendisinden sonra gelen Şeyh Ömeri, Şeyh Salimi ve
Şeyh Akifi’ye aittiler. Sandukaların baş tarafında bulunan, ağaçtan oyulmuş,
kavuklu başlıklardaki yazılarda, burada yatanların Halveti şeyhleri oldukları
belirtilmişti.
Yemekte İlginç Tanışma
Tekke ve Türbe’den sonra, bir yerde yemek yedik. Üç
porsiyon köfte ve ortaya salata için toplam 10 Euro ödedik. Fiyat bize ucuz
gelmişti. Şaşırdık. Mümkün değil, daha fazla olmalı, dedik. Kendi aramızda konuştuklarımıza
kulak misafiri olan, komşu masadan 25-30 yaşlarında bir genç, yarım yamalak bir
Türkçe ile hesap tutarının 10 Euro olduğunu, yanlışlık bulunmadığını,
söyleyince sohbeti ilerlettik. Babası, Preşova’nın tarihi ve geçmişi konusunda
epeyi bilgiliymiş. Hatta Preşova’nın tarihi konusunda hazırlanan bir kitapta
bilgisine başvurulmuş. Bunu söyleyince, ben de akrabalarımdan bir büyüğün
verdiği ve yanımda getirdiğim şecereyi( soy ağacı ) çıkardım. Gencin çok
hoşuna gitti, sevindi. Fotokopisini isteyince, kabul ettim( Şecereyi, daha
sonra İbrahim Paşa Camisi’nde görüştüğümüz Hafız Avni Abiye de göstermiştim. Şecere
aslında Preşovalı başka birisi tarafından çıkarılmış. Benim akrabam, bu
kimseden almış. Şecerede, Efendiler, Ağalar ve Şeyhler sülaleleri varmış. Hafız
Avni Abi, Efendilerden geliyormuş. Akrabam ise o şecereyi, sadece Şeyhler
sülalesi için düzenleyip, devam ettirmiş. ). Böylesine ilginç bir olay ve
sohbet sonrası lokantadan ayrıldık
Cami Avlusunda Sohbet
Yemekten sonra, Adnan Ahmedi Hocayı göreceğimiz, İbrahim
Paşa Camii’ne döndük. Namaz bitmek üzereydi. Caminin küçük avlusunda, sıraya
dizilmiş 4-5 kişi vardı. Teyzemin oğlu Sabit ve ben de yanlarında durduk. Hoca
camiden çıkınca, bekleyenlerle ve bizlerle tek tek el sıkıştı. Ayakta bir
sohbet halkası oluştu. Hoca, ( benim elimde fotoğraf makinası vardı ) beni
tanıdı. Ama Türkçesinin çok zayıf olduğunu söyleyince, ben de tane tane durumu
anlattım. İstanbul’daki tanıdıkları olan Rıfkı Abi’den bahsettim. Selâmlarını
ilettim.
Rahmetli Babama Dair Bir Hikâye
Adnan Ahmedi Hocanın yanındaki, seksenli yaşlarındaki
zat, sonradan öğrendiğime göre, amcası
Hafız Avni idi. Hafız Avni Abinin Üsküp şivesiyle konuşması tane tane ve çok
iyiydi. Hoş bir konuşma tarzı vardı. Konuşurken tebessüm ediyor gibiydi.
Kendisi de hafız olan Sabit’le, arada bir Arnavutça konuşuyordu. Sabit’e, benim
( babama çok benzediğim için ) Demço’nun-Demirali-
oğlu olabileceğimi söylemiş. Sadece bunu duymak bile, beni müthiş mutlu etti,
bu geziyi benim için çok değerli yaptı.
Hafız Avni Abi, babamla ilgili bir anısını da anlattı: Saadet Halam,
Hafız Avni’nin annesi ile arkadaşmış. Halam, o sırada, ( II. Dünya
Savaşı yıllarında ) Almanya’da esir olan babamın dönüşünü kim müjdelerse ona
bir bohçalık hediye edeceğini etrafta söylemiş. Hafız Avni’nin de bu hediye
işinden bir haberi yokmuş. Ama tesadüfen babamın esirlikten kurtulup döndüğünü görünce/haber
alınca, hemen Saadet Halama koşmuş haber vermiş. Halam bundan çok mutlu
olmuş. Hafız Avni de, Halamın kendisine bohçalık hediye etmesine hem
sevinmiş, hem de şaşırmış.
Cami önündeki sohbet halkası dağılmadan önce toplu bir
fotoğraf çektirdik. Ardından, Adnan Ahmedi Hocanın daveti üzerine, meydana
bakan bir kafeye oturduk. Güzel bir sohbet eşliğinde çaylarımızı içtikten
sonra, kendisine, teşekkür edip ayrıldık. Preşova için plânladığım ziyaretler
gerçekleştiği için burada fazla oyalanmadan hemen Üsküp’e dönüyoruz.
TEKRAR ÜSKÜP
Üsküp’te bu akşam son günümüz. Kaleyi, Taşköprü’yü ve
Makedonya meydanını gezip, ertesi günü ayrılacağız.
Üsküp Kalesi
![]() |
Üsküp Kalesi'nden |
Önce Üsküp Kalesi’ne çıkıyoruz. Kale, M.S. 6. Yüzyılda yapılmış. 1963 yılındaki Üsküp depreminden hayli hasar görmüş. Bazı kısımlarında onarım halen devam ediyor. Kalenin bir bölümünden, Makedonya Meydanı’nın panoramik fotoğraflarını çektim. Surları takip ederek, ovaya doğru alabildiğine uzanan Üsküp’ü, daha geniş bir planda görebildiğim bir noktaya geldim. Buradan ovaya ve ufuklara bakarken, büyük şairimiz Yahya Kemal Beyatlı’nın mısraları aklıma geldi: “Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını/Duydum, akıncı cedlerimin ihtirâsını.” Bu büyük şairimizin, büyük bir ustalıkla iki mısraya sığdırdığı, Balkanlardaki altı yüz yıllık tarihimiz, bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Bu vesileyle, büyük Şairimiz Yahya Kemal Beyatlı’yı yâd edip, kaleden ayrıldık.
Taşköprü: “Üsküp 2014” Projesinin Mağduru
![]() |
Taşköprü |
Üsküp’ü simgeleyen tarihi Taşköprü’yü ziyaret ediyoruz. Taşköprü, Vardar nehri üzerinde ve şehrin merkezinde bulunuyor. 1451 -1469 yılları arasında Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmış.12 kemeri bulunan köprünün kemer açıklıkları, merkeze doğru genişliyor ve yükseliyor.
Taşköprü’nün, Türk Çarşısı tarafında “Karpos’s Devrim Meydanı”, diğer tarafında ise “Makedonya Meydanı” bulunuyor. Bu meydanları daha uzaktan görür görmez, bir heykeller, anıtlar, köprüler ormanına girmiş gibi oluyor insan. Biraz araştırınca, bu yapılanmanın “ÜSKÜP 2014” projesinin bir sonucu olduğunu öğrendim. Makedonya Hükümetinin, 2010 yılında başlattığı bu projenin ruhunda; Makedon kimliğinin, mimari yapılarla etkin ve baskın kılınması gibi bir amacın bulunduğu, hemen seziliyor. Proje kapsamında yirmi binanın inşa edilmesi ve kırktan fazla anıtın dikilmesi amaçlanmış.
![]() |
Devasa yapılarla silikleştirilmiş Taşköprü |
Taşköprü’nün birbirine bağladığı iki meydandaki bu devasa yapı ve heykeller, haliyle Taşköprü’nün görünürlüğünü azaltmış, Taşköprü’yü silikleştirmiş. Tarihten gelen kültüre bunlar yapılırken, Makedon kimliği ve tarihi adına yapılanlar da pek başarılı olamamış. Çünkü sınırlı bir alana o kadar çok ve büyük; heykel, anıt, köprü yapmışlar ki, bunları seyredenlerde, bu bir sıkıntı yaratıyor. Sanki her şey üst üsteymiş, zorla sıkıştırılmış gibi geliyor bir süre sonra.
“Üsküp 2014” Anıt ve Yapıları
Taşköprü’nün birbirine bağladığı iki meydandaki bu devasa yapı ve heykeller, haliyle Taşköprü’nün görünürlüğünü azaltmış, Taşköprü’yü silikleştirmiş. Tarihten gelen kültüre bunlar yapılırken, Makedon kimliği ve tarihi adına yapılanlar da pek başarılı olamamış. Çünkü sınırlı bir alana o kadar çok ve büyük; heykel, anıt, köprü yapmışlar ki, bunları seyredenlerde, bu bir sıkıntı yaratıyor. Sanki her şey üst üsteymiş, zorla sıkıştırılmış gibi geliyor bir süre sonra.
“Üsküp 2014” Anıt ve Yapıları
![]() |
Atlı savaşçı( Büyük İskender ) |
![]() |
Atlı Savaşçı( Büyük İskender ) |
Atlı Savaşçı: Makedonya Meydanı’nda bulunan bronz heykel, Büyük İskender’i canlandırıyor. Eylül-2011’de tamamlanan heykel, 14,5 metre yüksekliğinde.
Makedonya Zafer Takı(
Kapısı ): 6 Ocak 2012’de açılışı yapılmış. Makedonya’nın verdiği
bağımsızlık mücadelesini simgeliyor. Makedonya Meydanı yakınında yer alıyor. 21
metre yüksekliğindeki yapının çatısında bir gözlem terası bulunuyor.
![]() |
Göz Köprüsü, Taşköprü'nün görkemli duruşunu gölgeliyor |
Göz Köprüsü: Taşköprü’nün hemen yakınına, ikinci bir yaya köprüsü olarak 2011’de inşa edilmiş. Benim kanaatime göre, ne kadar gerekli olduğu tartışılır, bir köprü. Ama bir gerçek var ki, bu köprü ile Taşköprü gibi tarihi bir köprüye, onun görkemli duruşuna büyük bir haksızlık yapılmış.
***
Üsküp’teki son akşam, akrabalarımla, teyzemin oğlu
Sabrilerde buluştuk. Teyzemin oğulları ve kızı, dayımın oğlu, Halil dayım,
Berayet teyzem ile keyifli ve sohbet dolu bir akşamdan sonra otelime döndüm.
Ertesi günü Sami ve Sabit otelimize, bizi uğurlamaya geldiler. Bizi otoyola
kadar götürdüler. Burada, vedalaşıp ayrıldık.
STRUGA
Struga, Makedonya’nın güneybatısında, Ohrid Gölü’nün
kenarında bulunan turistik bir şehir. Hemen batısında Arnavutluk sınırı
var. 1395 -1912 yılları arasında Osmanlı
Devleti’nin Manastır Vilayeti sınırları içinde, Manastır Sancağına bağlı
kalmış.
Yugoslavya döneminde, turizmin geliştiği yerlerden birisi
olan Struga, Makedonya’nın 1991 yılında
bağımsızlığı sonrasında, Ohrid ile beraber, Makedonya’nın en önemli turizm
merkezlerinden birisi oldu.
Şehir, 1966 yılından günümüze kadar, düzenli olarak her yıl
yapılan “Struga Şiir Akşamları” isimli Uluslararası Şiir Festivaline ev
sahipliği yapıyor. Her yılın Ağustos ayında “Şiir Köprüsü”nde düzenlenen
festivale, dünyanın dört bir yanındaki şairler, yazarlar ve sanatçılar
katılıyor. En büyük ödüllerden birisi olan “Altın Çelenk Ödülü”nü; 1972 yılında
Pablo Neruda, 1974 yılında da Fazıl Hüsnü Dağlarca almış. Altın Çelenk Ödülü,
uluslararası bir isme, şiir sanatına yaşamı boyunca yaptığı katkılardan ötürü
veriliyor.
Kıyısı boyunca kafe ve lokantaların bulunduğu Kara Drin
Nehri, şehrin ortasından geçiyor ve turistler için bir çekim merkezi olmuş.
Kaynağı Ohrid Gölü olan Nehir, elli kilometre sonra Ak Drin ile birleşerek
Adriyatik Denizi’ne dökülüyor. 2002 sayımına göre Struga’nın nüfusu 63.376
kişi. Bu nüfusun 36.029’unu Arnavutlar, 20.336’sını Makedonlar ve 3.628’ini
Türkler oluşturuyor.
***
Ağustos/1994’de ailemle birlikte yapmış olduğum, 15 günlük
Makedonya gezimin duraklarından birisi de Struga’ydı. O yıllarda, Struga pek
bilinmiyordu Türkiye’de. Ben de, Struga Şiir Akçamları Festivali’nden duymuştum
adını. Temiz, sakin, şehrin ortasından zümrüt gibi Kara Drin Nehrinin aktığı,
Ohrid Gölü kenarındaki bu güzel tatil kasabasını severek gezmiştik.
***
Struga Merkez Camii
![]() |
Struga Merkez Camii üç şerefeli iki minaresiyle dikkat çekiyor |
![]() |
Struga tabelasının perişanlığı, Struga'nın güzelliğine yakışmıyordu |
Transit yoldan giderken, Struga tabelasını geçip şehre giriyorum. Ama aynı anda yolun solunda güzel bir cami görünce, bu fırsatı kaçırmayıp, arabamı hemen sağa
çekiyor ve bir fotoğrafını alıyorum. Üçer şerefeli iki minaresi olan büyük bir camiydi.
Arabama binerken, Struga tabelasının perişanlığı dikkatimi çekti. Boyaları
dökülmüş, yazıları silinmiş, çarpık çurpuk bir tabelaydı bu. Yirmi üç yıl
öncesine nazaran çok çok iyi olması gereken bir turizm şehri, misafirlerini bu
tabelayla mı karşılıyordu?
St. Zheni Mirashnici Kilisesi
Arabama binip, elli - yüz metre kadar gitmiştim ki, bu defa
caminin yanında küçük bir kilise olduğunu fark edip, yine arabamı yolun
kenarına çektim. Kilise, yolun hafif içerisinde bulunduğu için caminin
kadrajında fark edilmiyordu. Zaman zaman Balkanlarda rastladığım gibi, dinler
ve inançların karşı karşıya değil, yan yana olduğunu gösteren örneklerden
biriydi…
***
![]() |
1994 yılı gezimizden - Kara Drin Nehri üzerindeki köprüden |
![]() |
1994 yılı gezimizden - Struga'da düğün alayı |
Struga hedefine doğru ilerledikçe, şehri dolaşma isteğim
azalmaya başlıyordu. Trafik çok kötüydü. Geçtiğim yerlerde bir düzensizlik,
dağınıklık ve derbederlik vardı. Belki şehrin ilerisi, böyle değildi. Bu şehir,
Ohrid Gölü’nün incilerinden birisiydi. Ama zamanımın çoğunu bu yoğun trafikte
harcamak da istemiyordum. Biraz da, bu güzel şehri, nasılsa daha önce görmüş
olmamın etkisiyle, yoğun trafikten kurtulmaya çalışarak, şehirden ayrılıp
Ohrid’e devam ettim. 2017 yılındaki Struga gezime, 1994 yılında çektiğim iki
fotoğrafı ekleyeceğim. Böylece, bir bakıma anılarımı tazelemiş olacağım.
OHRİD
Ohrid( veya Ohri ), Makedonya’nın güneybatısında, Ohrid Gölü
kenarında, Arnavutluk sınırına yakın bir konumda bulunuyor. 2002 sayımına göre
nüfusu 55.749 kişi. Bu nüfusun 47.344’ünü Makedonlar, 2.962’sini Arnavutlar,
2.268’ini Türkler oluşturuyor.
867 yılında Bulgarların egemenliğine giren Şehir, 990-1015
yılları arasında Birinci Bulgar Devleti’ne başkentlik yapmış. Bu yıllarda,
bölgedeki Hıristiyanlığın önemli bir merkezi olmuş. 1018 yılında Doğu
Romalılar, şehri tekrar ele geçirmişler. 1395 -1912 yılları arasında Osmanlı
Devleti egemenliğinde kalan Ohrid, Manastır Vilayeti sınırları içinde, Manastır
Sancakı’na bağlıymış. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önemli isimlerinden Eyüp
Sabri Bey( 1876-1950 ), Ohrid’lidir. Eyüp Sabri( Akgöl ) Bey, 1935 -1950
yılları arasında, Çorum ve Erzurum milletvekili olarak görev yapmış.
Ohrid; iyi korunmuş eski kenti, tarihi kalesi, kiliseleri,
camileri, manastırları, gölü ile önemli bir turizm kenti. UNESCO, 1979 yılında
Ohrid Gölü’nü, 1980 yılında da Ohrid Şehrini UNESCO Dünya Mirası listesine
ekledi.
***
Saat 13 civarında Ohrid’e geldim. Trafik düzenli, caddeler
geniş ve düz, trafik ışık ve işaretleri yeterliydi. Kalacağım pansiyon, tek
katlı bahçeli evlerin bulunduğu, geniş ve cetvel gibi dümdüz sokakların
birbirini kestiği ferah, bir bölgedeydi. Bu sokaklarda yürümek bile, başlı
başına bir huzur kaynağıydı.
Eşyalarımı pansiyona yerleştirir yerleştirmez, vakit
kaybetmeden Sveti Naum Manastırı’nı görmek üzere yola çıktım.
Peshtani
![]() |
Peshtani, Ohrid'e bağlı şirin bir balıkçı köyü |
![]() |
Yeşille mavinin kucaklaştığı Peshtani'den bir manzara |
Sveti Naum yolu çok virajlıydı. Ama bir bakıma iyi oluyordu.
Yeşille mavinin kucaklaştığı kıyı boyunca mücevher gibi dizilmiş köyleri, daha
iyi görüyordum bu vesileyle. Bu köylerden birisi de Peshtani’ydi. Peştani,
Ohrid’e bağlı 1.326 nüfuslu bir köy. Aslında bir balıkçı köyü, ama artık
gelirinin çoğunu turizmden sağlıyor. Arka plânda evlerin ve çay bahçelerinin
olduğu Peshtani’nin güzel koyunu, fotoğraflayıp yoluma devam ettim.
Trpejca
Ohrid Gölü kıyısındaki 303 nüfuslu Trpejca Köyü, kıyı şeridi
nedeniyle turizm açısından gelişen yerlerden biri olmuş. Eski bir kilisenin
yerine inşa edilen St. Nicholas Kilisesi, köyün önemli yapılarından biri.
Aziz Naum Manastırı( Sveti Naum Manastırı )
Manastıra adını veren Aziz Naum( 830 – 910 ); Balkanlarda
Hıristiyanlığın yaygınlaştırılmasında çalışmış bir din adamı, misyoner ve
yazar. Aziz Clement ile beraber, Kiril Alfabesini bulan Aziz Kiril ve Aziz
Methodius kardeşlerin öğrencileriymiş. Çalışmalarıyla, Kiril Alfabesini, Slav
dünyasında yaygınlaştırmayı başarmışlar. Aziz Naum, 905 yılında Ohrid Gölü
kenarında bu manastırı kurmuş ve ölümünün ardından, buradaki kilisede gömülmüş.
Ben, yukarıdaki
paragrafta dört aziz isminin ve daha da önemlisi Kiril Alfabesi’nin geçtiği bu
konuların tarihçesini merak edip biraz araştırdım ve ortaya, özetin özeti şu sonuç çıktı:
Bizans İmparatoru III. Michael, 863 yılında, Büyük Moravya’daki Slavlar arasında Hıristiyanlığı yaymaları için( Aziz )Kiril ve ( Aziz )Methodius adlı, Selanik doğumlu Bizanslı keşiş kardeşleri gönderir. Keşiş kardeşler, tercüme edecekleri kitapların, Yunan ve Latin alfabeleri ile yazılmaları halinde, Slav dilindeki kitaplarda rahat anlaşılamayacağını görerek Glagolitik alfabesini icat ederler.
869’da Kiril’in, 885’de Methodius’un ölümlerinden sonra, Büyük Morovya Başpiskoposu, Glagolitik alfabeyi yasaklar ve öğrencilerini sürgün eder. Öğrencileri olan Aziz Clement ve Aziz Naum, Bulgaristan İmparatorluğu’nun başkenti Pliska’da bir İlahiyat ve Edebiyat okulu kurarak, bu alfabeyi geliştirmeye ve öğretmeye çalışırlar. 865 yılında Hıristiyan olan ve dini ayinlerin Yunanca yapıldığı gerçeği karşısında, Bizans etkisinden korkan Bulgaristan Çarı Boris, Bulgar dili ve kimliğini güçlendiren bu teşebbüsü destekler.
Pliska ve Preslav’daki okullardan sonra, Aziz Clement, Çar
I. Boris’in emriyle, 886 yılında Ohrid’de İlahiyat ve Edebiyat Okulunu kurar.
893 yılında Aziz Clement, Velika Piskopos’u olunca, Ohrid’deki okulun başına
Aziz Naum gelir. Kurulan bu okullarda, Glagolitik Alfabe temelinde Kiril
Alfabesi tasarlanır ve geliştirilir. 12. Yüzyıldan sonra Glagolitik Alfabenin
yerini artık Kiril Alfabesi alır.
***
Aziz Naum Manastırı, Ohrid’e 25 km mesafede olmasına rağmen
virajlı yolu nedeniyle kırk dakika sürdü. Arabamı park ettikten sonra, geniş
bir avluya açılan ana kapıdan içeri girdim. Hemen girişte bizi hediyelik eşya
satan dükkânlar karşıladı. Biraz daha yürüyünce, yolun sol tarafında, gölü
besleyen su kaynaklarının bulunduğu küçük bir göl, küçük gölün kenarında
lokanta ve kafeler, küçük bir ahşap iskele ve ağaçların yansımasıyla zümrüt
gibi görünen gölde aheste aheste giden sandallar vardı.
İnsana iyimser duygular yaşatan 400-500 metrelik güzel bir
doğa yürüyüşünden sonra, Manastır’a geldim. Yer yer yapay şelaleler ve
ortalarda dolaşan 2 – 3 tavus kuşu ortama renk katmışlardı. Manastır alanında,
manastır ve kilisenin yanında oteller de vardı. Hâkim bir tepede bulunan tarihi
yapıları gezerken, diğer yandan da Ohrid Gölü’nün eşsiz manzarasını seyretmek
güzeldi.
![]() |
Ohrid'in Aziz Klementi Kilisesi( St. Clement of Ohrid ) |
![]() |
Aziz Naum Manastırı'ndaki tavus kuşları ortama renk katıyor |
Manastır, Kilise, Ohrid Gölü ve Küçük Göl birlikte tasarlanıp; geniş, doğayla uyumlu ve kaliteli bir yaşam alanı yaratılmış. Turizmde bu projeler gerçekten çok değerli. Makedonya gibi, dününü bildiğim bir ülkede bunu görmek memnuniyet vericiydi. İşte kabuğunu kırmak diye ben buna derim!
![]() |
Hakim bir tepede kurulu Manastır'dan göl manzarası |
![]() |
Aziz Naum Manastırı alanında oteller de bulunuyor |
***
Tanrı’nın Kutsal Annesi Kilisesi( Holy Mary Peryleptos )
Aziz Naum Manastırı dönüşünde, Ohrid’in önemli bir sit alanı
olan ve tepelik bir yerde bulunan Plaoshnik bölgesine geldim. Arabamı birkaç
yüz metre aşağıda bırakıp tepeye doğru yürümeye başladım. Klasik Ortodoks
Mimarisinde, ama yüksekliğine orantılandığında, yatay olarak daha geniş bir
alana yayılmış, biblo gibi güzel bir kiliseye rastladım. Tanrı’nın Kutsal
Annesi Kilisesi, 1295 yılında inşa edilmiş. Kilisedeki fresk resimleri, önemli
Makedon ikon ressamları Michail ve Eftihije tarafından yapılmış.
Çar Samuel’in Kalesi
Tepeye doğru tırmanırken, yamaçlardaki, yeşillikler içinde,
beyaz badanalı, kırmızı kiremit çatılı evlerin fotoğrafını çekiyordum.
Kadrajımı ayarlarken, kale surlarının, bu manzarayı adeta taçlandırır gibi
tepede bir kuşak oluşturduğunu fark ettim.
2003 yılında yenilenen Kale, 10. Yüzyıl başlarında Bulgaristan
Çarı Samuel’e başkentlik yapmış. Kale; M.Ö. 4. Yüzyılda Makedonya Kralı II.
Filip tarafından yaptırılan daha eski bir surun üzerine inşa edilmiş.
Ohrid Antik Tiyatrosu
Ohrid Antik Tiyatrosu, M.Ö. 200 yılında inşa edilmiş. Ülkedeki, tek Helenistik
tipteki tiyatro. Tiyatro, aynı zamanda Hristiyanları infaz alanı olarak
kullanılmış. 1980’de bir inşaat kazısı sırasında ortaya çıkarılan tiyatroda,
Ohrid Yaz Festivali kapsamında, Bolşoy ve Jose Carreras gibi yüksek kaliteli
kültürel etkinlikler gerçekleştiriliyor.
Aziz Clement ve Panteleimon Kilisesi
![]() |
Plaoshnik Sit Alanı'na giden yolda çiçeklerle bezeli evler |
Sağ tarafımda, bakımlı, güzel, balkonları rengârenk çiçekli saksılarla bezenmiş evler; sol tarafımda panoramik Ohrid ve göl manzarası ile bir süre yokuş çıktıktan sonra, Aziz Clement ve Panteleimon Kilisesi’ne geldim. Kilise Plaoshnik Sit Alanı’nda bulunuyor.
![]() |
Aziz Clement ve Panteleimon Kilisesi |
Aziz Clement, Bulgaristan Çarı I. Boris’in isteği ile Ohrid’e gelip bu kiliseyi inşa etmiş ve Kiril Alfabesinin temelini oluşturan ( İncil’i Slavca’ya çevirmek için kullanılan ) Glagolitik Alfabesinin eğitimini burada vermiş. Clement, 916’da ölümünden sonra buraya gömülmüş. 16. Yüzyılın sonlarında Osmanlılar tarafından kilisenin yıkılıp yerine Cami yapıldığı gerekçesiyle, 2000 yılında Fatih Camii( İmaret Camii ) yıkılarak, şu andaki mevcut kilise inşa edilmiş.
![]() | |
|
Makedonya Cumhuriyeti’ndeki tüm kiliselerin en kutsalı olduğu için binlerce Makedon Ortodoks Hıristiyan, büyük dini bayramlarda kutlama yapmak ve ayinlere katılmak üzere burada toplanıyorlar.
Sinan Çelebi Türbesi
Sinan Çelebi Türbesi’nin bulunduğu Plaoshnik Sit Alanı’nın
diğer adı da İmaret Tepesi’dir. Sinan Çelebi( Sinaneddin Yusuf Çelebi )’nin
1491 yılındaki vakfiyesinde; Fatih Sultan Mehmet Camii( İmaret Camii ), imaret,
kervansaray, hamam, medrese ve birçok mülk bulunmaktaymış. 29 Nisan 1493
yılında vefat eden Sinan Çelebi’nin vakfından günümüze kalan tek eser ise kendi
türbesi olmuş. Türbe, 2012 yılında TİKA( Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı )
tarafından yenilenmiş.
***
Ohrid’deki pansiyondan 07.15’de ayrılıyorum. Dün akşam, göl
kenarına ulaşmaya çok az kalmışken, yağmur yağmaya başlamış, yürüyerek ve epeyi
de ıslanarak 1 km.’lik yolu dönmüştüm. Ohrid’den ayrılmadan önce tekrar göle
geldim. Gölün çevre düzenlemesi iyi idi. Göl kenarında çay bahçeleri,
lokantalar, bu sahil şeridi boyunca geniş yürüyüş yolu, her iki yanda bisiklet
ve koşu yolu vardı. Hava pusluydu, ama yine de sabah ışığında fotoğraf
açısından uygundu.
ANEKDOT
Ohrid’den sonra, yol bulucuyu Sofya’ya ayarladım. Yol
üzerindeki Gostivar’a girdim. Eskiye dair hiçbir şey göremedim. Kumanova’dan
bir süre sonra bir benzin istasyonundan 20 Euro’luk benzin aldım. 24 litre
koydu. Hesabı da 0,85 Euro( 1 litre ) üzerinden yaptı. Fiyat ortadaydı. Tamam,
dedim. Tuvaleti sordum. Tuvaletten çıktıktan sonra, sınıra kaç km. olduğunu ve
“pay toll”( paralı yol ödeme noktası ) olup olmadığını sordum. 40 km. dedi ama
diğerini anlamadı. O sırada benzinciden çıkmakta olan bir genç bizim
konuşmamıza kulak misafiri olmuştu. “Hay gel gardaş”, dedi. “Türkçe biliyor
musun” dedim. Çok az anlamında bir şeyler söyledi. Tahmin ettiğim kadarıyla
Arnavut’tu. Onu arabayla takip ettim. 20-30 km gittikten sonra arabasını kenara
çekince, ben de kenara çektim. Aşağı indik. Yardımı ve ayrıca “pay toll” ödeme
noktasında benim adıma yaptığı ödeme için de teşekkür ettim. Telefonu
gösterdim, yol bulucuyu/navigasyonu işaret ettim. Sonra baktım olmuyor,
İngilizce bilip bilmediğini sordum. “biraz” dedi, ama iyi biliyordu. Yol
bulucudaki rotaya baktı. Rotanın biraz kötü olduğunu söyledi. Orada yeniden
rota belirledik. Yeni rota daha iyi idi. Navigasyonda rotayı başlatınca,
cihazdaki kadın sesi ile espriyi kaçırmadık, “olur abla” anlamında bir şeyler
söyleyip, güldük. Kendisine çok teşekkür ettim. Daha önce böyle küçük yol
hikâyeleri için fotoğraf çekmediğime hayıflanmıştım. Bu defa ayın duyguyu
yaşamamak için bu gençle birlikte selfi çektirdik. O da bir dakika deyip,
arabadan elinde bir kartla döndü Kart kirilce idi. Mesleğini sordum. Doktormuş.
“Good profession” dedim. Yardıma ihtiyacınız olursa, bu numaradan
arayabilirsiniz, dedi. Ayrıldık.
Elini ayağina sağlik. Ahmet abi,çok guzel olmuş ,sagolasin. Allah razi olsun 👍👍👍
YanıtlaSilTeşekkür ederim değerli kardeşim. İyi dileklerimle selamlar.
YanıtlaSil